Bugün (12 Kasım) hareketli bir gündü. Sabah 11’de kızımın okulunda (TED Ankara Lisesi) “Atatürk Nasıl Anlaşılmalı” diye bir konferans verdim, saat 13.30’da da TRT-1’in “Yansıma” programında “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” konulu bir açıkoturuma katıldım.
Bugün, bu ikinci konuyu programda tartışıldığı kadarıyla yazmak istiyorum. Ama televizyonda bu sloganın yalnızca ikinci bölümünü konuşmaya vakit kaldı. Yani, Cihanda Sulh’u.
“Cihanda Sulh” ne demek?
Lütfen ayağımız yerde konuşalım. Büyük ve uzun lâflar bize hiçbişey öğretmez. Atatürk’ün 1931 Nisanında ortaya attığı bu slogan “Statükoculuk” anlamına gelir.
Statükoculuk ne demek? Bu terim, siyasal tarihte “Revizyonizm”in karşıt kavramıdır.
Revizyonizm ne demek? Üç anlamı var ama, burada bizi ilgilendiren anlamı şu: I. Dünya Savaşını bitiren antlaşmalara karşı çıkmak.
Atatürk, bu antlaşmalara (üstelik, silâhla) karşı çıkan ilk lider olduğu (yani, 1922’ye kadar revizyonizm yaptığı) halde, Lozan’dan sonra “Ben sınırlarımdan memnunum, ne kimse bana dokunsun, ne ben başka ülkeye dokunayım” dedi. Yani, statükocu oldu.
(Zaten, Anadolu’da savaşırken, revizyonizm yaparken bile Misakı Milli’yi alabildiğine dar yorumlamıştı. Bu konuda benim “Atatürk Milliyetçiliği” kitabımın 166-178 sayfalar arasındaki “Kurtuluş Savaşının Sınırları Sorunu” başlığına bakabilirsiniz). Lozan’dan sonra dışa yayılmama konusunda iyice dikkatli davrandı. Dış Türklerle ilgilenmedi.
Bunun sebebi neydi, sırf savaş yorgunluğu mu?
Hayır. Atatürk, küçülerek güçlenmek istiyordu. Enerjisini yurt içinde yapmak istediği Batıcı reformlara saklıyordu. Bir de, Kürt isyanları vardı.
Ama, çok önemli bir neden de şuydu: Musul’a sarkmak İngiliz gazabını, Orta Asya türküleri okumak da Sovyet gazabını çekerek Türkiye’yi mahvederdi.
(Bugün, maşallah, “Adriyatik’ten Çin Denizine” şarkıları söylenen Türkiye’de bir yandan Çeçen terörcüler teker teker cezaevinden uçuruluyor. Bir yandan da RP’nin belediye başkanları İstanbul’da bir parka, Ankara’da da bir meydana Dudayev’in adını veriyorlar. Çünkü Çeçenya şeriatçılığa başladı. Ruslar da karşılık olarak, Moskova’da “Kürt Evi” açmaya, “Sürgünde Kürt Parlamentosu”na oturum yaptırmaya, İran ve G.Kıbrıs’a füze satmaya başlayınca feryadı basıyoruz!).
Atatürk, 1870’lerde başlayan küreselleşmenin en azgın zamanında emperyalist ülkeleri kendine karıştırmadan reformlar ve millî kapitalizm yapabilmeyi nasıl başardı?
Bunu, yine kolaycılığa kaçıp, Atatürk’ün dehasıyla açıklayıp kurtulabilirsiniz. Evet, Atatürk bir dehaydı. Ama bunu söylemek bişey öğretmez. Onun dehası, o sırada geçerli olan çok özel bir uluslararası durumu ustaca kullanmaya dayanıyordu:
O sırada Batı bir yandan Sovyetlerle, ama en çok da Hitler’le ve 1929 bunalımıyla uğraşmak zorunda kaldığı için, Türkiye’nin dünyada “göreli dış özerkliği” doğmuştu.
“Atatürk barışçıdır, dünya barışına hizmet etmiştir” gibilerden yuvarlak sözler söylemek de hiçbir anlam taşımaz. Bunlar içi boş sözcüklerdir. Atatürk barışçı değil, mantıkçıydı. Barışçılık diye bir nitelik olabilir mi dünyada? İzmir’e çıkan Yunanlılara M. Kemal Paşa barışçı mı davrandı? Tabii ki onlarla kıyasıya ve en kanlı biçimde dövüştü. Böyle, soyut biçimde “barışçılık” demek, Hazreti İsa’lık demektir. Öbür yanağını çevirmektir. Atatürk için söylenecek önemli şey, “barışçı” olduğu değil, kendisine yapılan haksızlığı önledikten sonra, ülkesini kurtardıktan sonra başkalarının ülkesine saldırmadığıdır, bu yüzden Türkiye’nin başını belâya sokmadığıdır. O, bugünkü kimi aklıevveller gibi Musul’u falan almaya kalkmadı. Önemi buradaydı.
(Şimdi, bekleyin bakın, bu söylediğim “barışçı değil, mantıkçıydı” lâfını bağlamdışı alıp saldıracak ne civanlar çıkacak!)
Sloganın “Yurtta Sulh” bölümüne gelince.
Bisürü yuvarlak lâf yüzünden, başlarken de söylediğim gibi, bunu TRT-1’de tartışmaya hiç vakit kalmadı. Zaten bu konuyu ayrı bir yazı konusu yapmak gerekiyor.