“Sevgili Hocam, duydunuz mu bilmiyorum ama ben size yazmadan edemedim. TV’de Erman Toroğlu’ndan dinlediğime göre Beşiktaş-Diyarbakırspor maçından önce Beşiktaşlıların bir kısmı (hepsini düşünmek bile istemiyorum) ‘PKK dışarı’ diye bağırmışlar. Bu zihniyeti anlamak mümkün mü? Adamlar kalkmışlar nerelerden maç izlemeye gelmişler, siz bölücülük yapıyorsunuz. Asıl “bölücülük” bu değil mi hocam? Biliyorum bu hep yapıldı, bütün Kürtlere potansiyel hain gözüyle bakıldı bu ülkede, ama bir de bunu yüzlerce kişinin haykırması…”
Mülkiye’de hocası olmakla övündüğüm bir öğrencimden birkaç gün önce gelen bu mektuba verdiğim cevap şöyle:
“Sevgili Kardeşim, tabii ki nefretâmiz bir olay, tabii ki bölücülüğün daniskası, üstelik PKK sorunu yokken. Bununla birlikte, ilk tepkiden sonra bir an durdum, düşündüm, o kadar da vahim değil. Birincisi; bağıranlar fevkalade zavallı insanlar (bunların hayatı futboldur, bunlar kendilerini birer şirket olan futbol kulüpleriyle özdeşleştirerek kuvvetli hissederler, bunlar sadece futbol konuşabilirler, gazetelerin sadece son sayfasını okuyabilirler, hakemi protesto için de adamın bilmedikleri özel hayatı hakkında iddiada bulunur bunlar). İkincisi, bu adamların bütün amacı, karşı tarafın moralini bozmak; onun dışında bir melanet yok. Üçüncüsü ve daha önemlisi, devleti temsil edenlerin bölücülüğün dik alâsını yaptıkları ve farkında bile olmadıkları bir toplumda bu cahil güruhunu mazur görmek gerekiyor.
“Fark ettin mi, geçen gün Üzeyir Garih’in ölümü üzerine TBMM başkan yardımcısı kalktı, ‘Kendisi büyük bir Türk dostuydu’ dedi. Bundan âlâ bölücülük olur mu? Üçüncü sınıfta Küreselleşme ve Azınlıklar kitabında da okuduğumuz gibi, biz bu memlekette hem herkesi dağlı da olsa Türk yaparız, hem de Türk sayılmak için ayrıca Müslüman ve hatta Sünni Müslüman doğmayı şart koşarız. Şimdi ben kalksam ve desem ki İsmet İnönü iyi bir Türk dostudur, bu ne denli bir lafsa, Üzeyir Garih için de aynı şeyi söylemek aynı derecede bir, artık sıfatı sen koy, ben aile terbiyemi bozmayayım. Dolandırıcılık yapan bankerin adı Ahmet’se, ‘Banker Piyasayı Dolandırıp Kaçtı’ diye yazılır. Eğer Leon’sa veya Mıgırdıç’sa veya Hristo’ysa, ‘Musevi (veya Ermeni, veya Rum) Banker Piyasayı Dolandırıp Kaçtı” olur. Ondan sonra da, ülkemizde ayrımcılık yapılmaz, bölücülük yasaktır, öyle mi?
“Zaten gayrimüslimlerin bu ülkede adı ‘vatandaş’. Durum böyleyken, yabancı değil de vatandaş sayılmak için daha ne yapmış olması gerekiyordu acaba garip Garih’in? Dahası, bilmiyorum derste de anlatmış mıydım, henüz çıkmamış bir kitabımda da yazdım, koskoca Yargıtay’ın 1. Hukuk Dairesi, 24.06.1975 tarih ve 3648-6594 sayılı kararında, Balıklı Rum Hastanesi vakfıyla ilgili bir davada, ‘…yabancıların Türkiye’de mal edinmeleri yasaklanmış olup…’ diyerek, mütevellileri birer TC vatandaşı olan bu TC tüzel kişisi gayrimüslim vakfını yabancı saydı. Arkasından da, herhalde uyarılınca, bir açıklama yapıp “sehven” (yanlışlıkla) böyle yazıldığını bildirdi. Şimdi yavrum, bu bir imam-cemaat meselesidir. Yargıtay böyle yaparsa, senin Beşiktaşlıların haydi haydi yaparlar, üzülme, gel bu sefer onları affet. Ama, asıl bölücüleri affetme. Yanaklarından öpüyorum.”
* * *
Sevgili okurlarım, daha önce de yazdıysam artık benim yaşlandığıma verin; sizlerle “Türk” ne demektir, konuşmuş muyduk? Konuştuysak, bundan sonrasını okumayıverirsiniz.
Türk, 3 anlama gelir. Birincisi, Orta Asya’dan geldiği belirtilen bir soyun adıdır. Ülkücü eğilimde olanların kullandığı anlam budur. İkincisi, TC vatandaşı bireylere denir. Son zamanlarda bazılarının ürkek ürkek de olsa “anayasal vatandaşlık” dedikleri buna işaret eder. Üçüncüsü, Türkiye’de yaşayan milletin adıdır. Atatürk’ün kullandığı anlam son ikisidir.
Birinci anlam tek kelimeyle anlamsızdır, çünkü Orta Asya’dan 400 çadırla gelmiş insanların 65.000.000 olması için birazcık da Türk olmayanlarla karışmış olması gerekir. Aksi halde, adamı ilkokul aritmetiğinden bırakırlar.
İkinci anlam tekniktir; bir nüfus cüzdanı veya pasaport terimidir. TC vatandaşı olan herkese din, ırk, vs. ayrımı yapılmadan Türk denir.
Önemli olan, üçüncüsüdür. Türkiye’de “Türk Milleti” yaşar. Tabii ki, bir milletin bireyleri arasında fark gözetmeden onları aynı terimle anmak güzel bişeydir. Ama, aması var. Birincisi, bunun zorunlu değil gönüllü olması gerekir. (Üzeyir Garih gönüllü olarak kabul ediyordu, ama ona da “Türk dostu” dedik ya, bu ayıp da bize yeter). İkincisi, bunun yalnızca bir “üst kimlik” olması, “alt kimlik”leri de kapsamaya kalkışmaması gerekir. (Alt kimlik, doğuştan mecburen getirilen kimliktir; üst kimlik ise sonradan gönüllü olarak edinilen. Önemli olan ikincisidir).
Örneğin, Garih’in alt kimliği “Musevi” idi. Leyla Zana’nın alt kimliği ise “Kürt”. Birincisinin Museviliğini, ikincisinin Kürtlüğünü inkâr eden bir üst kimlik, kendi başına bela açmaya hazır demektir. Hele hele, küreselleşme döneminde. Geçen gün MHP’liler, AB’nin “anadilde öğretim ve yayın” isteğine karşı, “Türkçe’yi güçlendirmek” için çalışma başlattılar (bkz. Cumhuriyet, 28.08.2001). Yani, kör parmağım gözüne bu kadar olur, eğer olursa. Sanki bu memlekette şimdiye kadar çok az Türkçe öğretme kampanyası yapılmış gibi. Yahu, bu insanlara hiç akıl veren de çıkmıyor mu?
Onun için, keşke “Türk Milleti” diyeceğimize “Türkiye Milleti” deseydik. Çünkü bu “ülkesel” (teritoryal) terimi kullanmış olsaydık; aynı zamanda bir alt kimlik olan “Türk”, bir de üst kimliğin adı olmamış olacaktı. Alt kimlikler rahatlayacaktı ve üst kimliğe daha rahat yer açılacaktı. (Örneğin “Fransa” veya “İran” böyle teritoryal terimlerdir; “İranlı” dediğiniz zaman Azeri’yi de Fars’ı da, Beluci’yi de, Kürt’ü de söylemiş olursunuz. Fransa’da da “Franklar” yaşamaz, bin türlü halk yaşar).
Nitekim Atatürk, Ekim 1923’e kadar çok az “Türk Milleti” (ordusu, halkı, gençliği,vb.) ve çok fazla “Türkiye Milleti” (ordusu, halkı, gençliği, vb.) kullanmıştı (karşılaştırmalı istatistik için, Bilgi Yayınevinden çıkan Atatürk Milliyetçiliği kitabımın 5. baskısındaki 343a sayılı dipnotuna bakınız). Ama dönem o dönem değildi; uluslararası ortamda ırkçılık egemendi, iç ortamda da Kürt isyanlarının doğurduğu şiddetli tepki.
Şunu anlamayanların anlamasının zamanı artık iyice geçmekte ki, bugünün dünyasında üst kimlikler, ancak alt kimliğe saygı göstermek şartıyla kabul ediliyor. Zorlamak, 1930’larda kaldı.