ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz, iki ünlü gazetecimizin enfes çanak sorularına cevap olarak demiş ki: “Yeni sayfa açmak için şöyle bir Türkiye olmalı: ‘Amerikalılar ne derse desin, problem ne olursa olsun İran ve Suriye komşu’ dememeli. ‘Hata yaptık. Ne kadar yardımcı olabilirsek olalım’ demeli”.
Lebbeyk, efendim. Bundan sonra öyle deriz. Hatta elinizi öper, affolmayı diler, yemin kasem de ederiz. Hatta ve dahi, şunları da söyleriz:
“11 Eylül’ü Irak yapmıştır. Kanlı diktatör Saddam bunu Cumhurbaşkanımız Sezer’le 12 Eylül günü yerel saatle 15.00’te yaptığı telefon konuşmasında bizzat ifade etmiştir: ‘Nasıl geçirdim iki uçağı ama!” demiştir. Ayrıca, Bağdat’taki büyükelçiliğimiz mensupları, henüz yerleri bulunamayan korkunç Kitle İmha Silahlarının nerelere ve kaç metro derine gömüldüğünü fotoğraflarla yerinde tespit etmişlerdir. Bu belgeler de yarın itibariyle yüksek makamınıza ulaştırılacaktır”.
* * *
ABD, uluslararası alanda rakipsiz kalmanın getirdiği inanılmaz öforya (sevindirik olma) içinde Wolfowitz’i konuşturabilir. Normaldir. Yakında Irak’ta boyunun ölçüsünü alana kadar da bu böyle sürecektir.
Fakat, iki büyüğümüzün yorumları normal değil. Sayın Dışişleri Bakanı Gül: “Bunlar samimi, pragmatik açıklamalar” dedi. Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt ise: “Wolfowitz’in üslubu böyle” yorumunda bulundu.
Böyle durumlarda, önemli mevkideki büyüklerimizin “Nasıl söylermiş! Biz adama tükürdüğünü yalatmasını biliriz!” demeleri tabii ki beklenemez. Ama acaba, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün yaptığını da mı yapamazlardı, “Bu sözleri yorumlamak zorunda değilim” de mi diyemezlerdi?
Kaldı ki Wolfowitz TSK için şunları söylüyor: “Ordu, liderlik konumuna sahip çıkıp, ‘Amerika’yı desteklemek Türkiye’nin çıkarınadır’ demeliydi”. Yani, Türk ordusunun esas görevinin ABD destekçiliği yapmak olduğunu söyleyerek düpedüz hakaret ediyor. Bir de validemizin sıhhatini mi sorsaydı? Eğer bu bir üslupsa, öyledir. 1964’te hepimizi sinirden deliye çeviren ve yıllar yılı ABD’nin bir nefret unsuru olarak anılmasına yol açan Johnson Mektubu’nda da Sayın ABD Başkanı Lyndon Johnson belli bir üslup kullanmıştı. Onun da “üslubu böyle” idi, ne yapsın.
Nouma’nınki da bir üsluptu, netice itibariyle.
* * *
Bu üslup meselesi başka bişey daha akla getiriyor. Acaba bugünkü Türkiye, Johnson Mektubu’na o tepkiyi gösterenle aynı ülke mi? Oysa o mektup hiç de bugünkü kadar terbiyesiz değildi. Ne yönde değişiyoruz dersiniz?
* * *
Üslup gerçekten çok önemli. Ne demiş üstat Pascal, “Le style c’est l’homme même” demiş; üslub-ı beyan, ayniyle insan. Ben burada bir komutanımızın üslubuna daha değinmek zorundayım.
Biliyorsunuz, gayrimüslim vakıflarının taşınmazları 1970’lerden beri inanılmaz bir uygulamayla ellerinden alınmaktaydı. Bu hukuk dışı duruma nihayet son verildi. AB Uyum Yasaları gereği, bu taşınmazların tescili için yapılacak başvuruların Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından “gerekçeli olarak 2 ay içinde” sonuçlandırılması kararlaştırıldı.
Şimdi, basında, Milli Güvenlik Kurulu’nun Başbakanlık’a 7 Nisan 2003 tarihinde gönderdiği “Gizli” bir yazı dolaşıyor:
“Vakıflar Genel Müdürlüğünün müracaatları incelemesi için tanınan 2 aylık süre son derece sınırlı olmakla birlikte, bu sürenin yasal olarak uzatılması zor olduğu için, Vakıflar Genel Müdürlüğünün birtakım idari uygulamalarla süreyi daha verimli kullanabileceği düşünülmüştür. Müracaatların bakanlık kurum ve kuruluşlarının görüşlerinin alınması ve detaylı olarak incelenmesi neticesinde cevaplandırılması uygun olacaktır”
Üslup böyle olur. Otuz küsur yıldır, Türkiye’ye diplomat yetiştiren başlıca okulda hocalık yapıyorum, yukarıda siyah harflerle verdiğimden daha ince bir diplomatik üslupla yazılmış bir “ne yapın yapın, gayrimüslim mallarının tescilini önleyin!” mesajı ne gördüm ne de duydum.
Meselenin en ilginç tarafı, altındaki imzanın makamı: Fethi Tuncel, Korgeneral, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreter Başyardımcısı.
Yani bu genelge, gayrimüslim vatandaşların yasayla getirilmiş hakkının uygulanmaması için ne lazımsa yapılmasını istiyor. Yalnız, burada bırakın anayasa ve yasayla getirilmiş bir hakkın önlenmek istenmesini. Türkiye’de laikliğin başlıca savunucusu olan TSK’nin üst düzey bir mensubu, vatandaşlar arasında din ayrımcılığı yapılmasını resmî genelgeyle nasıl isteyebiliyor, siz bişey anladınız mı? Bize laikliği yanlış mı öğrettiler?
Bu durumda insan kuşkulanıyor, galiba bize bir sürü şeyi yanlış öğretmişler: Osmanlı yurttaşlarını dinlerine ve mezheplerine göre gruplamaya dayanan “Millet Sistemi”, 1839 Gülhane ve 1856 İslahat fermanlarıyla kaldırılmıştır, diye öğrenmiştik Mülkiye’de.
Eğer bu bilgi yanlış değilse, o zaman, Sevr Paranoyası topu topu 90.000 olan gayrimüslim Türk yurttaşının ülkemizi parçalayacağını vehmedecek boyutlara ulaşmış demektir…
Böyle bir ülkeye tabii ki Wolfowitz gibi birisi de gelir, suratımıza da tükürür, başka şeyler de yapar. Her şeyin bir haddi var.