Önce, durum saptaması yapalım: SSCB’nin ortadan kalkmasıyla rakipsiz kalan ABD, askerî gücüne dayanarak bütün dünyayı, bu arada da Türkiye’yi kendi isteklerine zorluyor. Normal olarak hem “korkutması” hem de “rıza araması” gereken Hegemon Güç, politikasını artık yalnızca korkutmak üzerine kurmuş durumda. Türkiye’nin 1 Mart kararı yüzünden durup durup azarlanması da bu genel sürecin küçük bir parçası. Sadece, Türkiye’de bizler, “ufuk” denilen şeyden biraz yoksun olduğumuz için, bu azarlanma olayının özel olduğunu sanıyor, titriyor, paniğe kapılıyoruz.
Wolfowitz, Grossman, Perle. Hepsinin söylediği, bu korkutmadan ibaret: “Komşu falan yok. Bizim her dediğimizi yapmaya mecbursun. Yapmazsan, başına gelecekler saymakla bitmez. Tek başına kalırsın”. Türkiye’nin, komşuları İran ve Suriye’yle konuşup birlikte hareket etmemesi, onları terk etmesi, kendini ABD’nin iradesine teslim etmesi isteniyor. Bunu yaparsa, 1 Mart’ı affedilecek. Tir tir titremesi gerekmeyecek. Eline bir tas çorba ile bir mum tutuşturulacak.
* * *
Biz bu korkutmayı biyerlerden hatırlıyoruz, ama nereden? Tabii ki İkinci Dünya Savaşının sonundan. Çok benzer tehditler Stalin’in ağzından dile getirilmişti. Sovyetlerin bağımlısı olmamız ve Batı’dan iyice uzaklaşmamız istenmişti. Uzaklaştıkça da, Sovyet bağımlılığı yoğunlaşacaktı.
Türkiye 1945’te fena korktu, ama korkutmaya pabuç bırakmadı. Stratejik OBD niteliğini hatırlayarak direndi. Hem de, birçok kitabın yazdığının tersine, Amerikan desteğiyle değil (bkz. bizim Türk Dış Politikası kitabı, Cilt I, s.496), tamamen tek başına minimum 10 ay direndi.
Şubat 1952’de de NATO’ya girdi. Çünkü Sovyetler, Türkiye’nin yanı sıra NATO ülkelerini de çok korkutmuş ve onların o zamana kadar girmesini reddettikleri Türkiye’yi yanlarına çağırmalara sebep olmuştu. Yani, Sovyetlerin “rıza”yı bir kenara atan “korkutma” politikası kendi mezar kazıcısını kendisi yaratmıştı…
* * *
Şimdi, ikinci bir durum saptaması daha yapalım: Bugün, 21. yüzyıl başında tipik bir 19. yüzyıl emperyalizmi sergileyen ABD, Türkiye’nin yanı sıra AB’yi de çok korkutmuş vaziyette. Böyle giderse, AB ikinci sınıflıkta demir atmakla kalmayacak, kendi üyelerini (ör. İngiltere, İspanya) ve özellikle de yeni üyelerini (ör. Polonya) ABD’nin çekimine kaptıracak. AB’nin mutlaka, zıvanadan çıkmış bir ABD’ye karşıt ağırlık koyması lazım. Bu, zaten, uluslararası ilişkilerin elifba’sı tarafından emrediliyor; doğada tek kanatlı kuş olmaz; fevkalade güçlü bir devletin karşısına mutlaka bir karşıt ağırlık çıkar. Bunun istisnası hiç olmadı.
Bunu nasıl yapacağını, şer’den hayır, AB’nin kafasına bu Irak saldırısı soktu: Hegemon Güç’ü dengeleyebilmesi için mutlaka bir de askerî boyut geliştirmesi lazım. Hegemon Güç olmanın diğer iki boyutu, ekonomi ve kültür boyutları “dünya devleti” olmaya yetmiyor. AB’nin bu üçüncü boyutu ne yapıp yapıp kurup, herşeyden önce Bermuda Şeytan Üçgeni’nin üç açısına da (Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu) yetişecek duruma gelmesi lazım.
Bu da, bir ülkeyi ABD’nin yanından kendi yanına çekmekten geçiyor: korkutulan Türkiye’yi. Kimi AB yetkililerinin son haftalarda Türkiye’yi öven demeçler vermeye başlamalarını bu açıdan almalı.
Tabii, insan hakları bu durumda bulunan bir Türkiye’yi AB’nin almayacağı doğru. Hatta, ABD şokundan kendisini kurtaramamış bir AB böyle bir şeyi şu anda düşünecek halde bile değil. Fakat bir tane doğru daha var: Euro’su bunca değerli bir AB’nin bu denli parçalanmış ve aşağılanmış bir durumda kalamayacağı.
Yani, işin özeti, galiba 1950 yılına geldik. Nasıl Kore Savaşı ABD’yi korkutup Türkiye’yi almaya zorladıysa, ABD’nin Irak Saldırısı da AB’yi korkuttu; şimdi Türkiye’yle ortaklık görüşmelerini başlatmayı düşünebilir.
1950 koşullarında şart yoktu, şimdi bir tane var: Türkiye’nin 1945’deki gibi Stratejik OBD olduğu hatırlayıp bu sefer de ABD’ye direnmesi ve AB’ye yanaşması.
* * *
İşte bunun içindir ki, 2004 sonuna kadar kalan 1,5 yıllık sürenin, Türkiye’nin demokratlaştırılması yolunda olağanüstü verimli kullanılması gerekiyor. Şu aşağılayıcı Sevr Paranoyası psikolojisinden artık silkinerek.
Peki, biz ne yapıyoruz? HADEP’i kapatıyoruz; DEHAP’a kapatma davası açıyoruz; İnsan Hakları Derneğini basıyoruz; “Azınlık vakıflarının mallarını vermemek için ne lazımsa yapın” anlamına gelen gizli MGK genelgeleri yayınlıyoruz, Vakıflar da memnuniyetle uyguluyor; Ermeni azınlık okulları dahil bütün okullarımıza emir gönderip “Sözde Ermeni Soykırımı” konulu kompozisyon yarışması düzenliyoruz. Kompozisyonlarda neyin yazılıp neyin yazılmaması gerektiğini de çocuklara genelgeyle bildirerek…
Uyanın: 1950 yılına geldik. Stratejik OBD için bu, tarihte çok nadir yakalanan fırsatlardandır. Fakat 1839’a, yurttaşları eşit sayan Tanzimat Fermanına bile gelmemek için, Sevr Paranoyasına sarılmış direniyoruz.
Şimdi bir de, “ABD bizi cezalandıracak, çok fena yapacak, aman arayı düzeltelim”ciler zuhur etti. Sanki ABD, Türkiye güney kutbuna taşınmadıkça onun stratejik öneminden vazgeçebilirmiş gibi. Sanki İMF, Arjantin’den sonra ikinci “vitrin ülke”si Türkiye’nin de iflasına dayanabilirmiş gibi. Allah selamet versin.