Baskın Oran

“Milletin bölünmez bütünlüğü” korunurken…

Geçen haftaki yazımı şöyle bitirmiştim. “Uyanın: 1950 yılına geldik. Stratejik OBD için bu, tarihte çok nadir yakalanan fırsatlardandır. Fakat 1839’a, yurttaşları eşit sayan Tanzimat Fermanına bile gelmemek için, Sevr Paranoyasına sarılmış direniyoruz.

MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç, tam da 19 Mayıs tarihli Hürriyet’te manşetten verilen “gizli” yazısında, Altıncı AB Uyum Paketine üç itirazda bulunuyor:

1) Terörle Mücadele Kanunu (TMK) Md.8 değişmesin; 2) Seçimlerde gözlemci kabul etmek kapitülasyondur; 3) Özel TV’de anadilde [Kürtçe] yayın, bölücülüğe prim verir.

Birer birer ve soğukkanlılıkla ele alalım:

1) TMK Md.8 şöyle diyor: “TC Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan yazılı ve sözlü propaganda ile toplantı, gösteri ve yürüyüş yapılamaz” Bundan sonrası, yapanlara neler neler yapılacağıyla ilgili…

“Ülkenin bölünmez bütünlüğü” kesinlikle tamam. Çünkü amip bölünmesinin sonu gelmez.

Ama bu “Milletin bölünmez bütünlüğü” çok enteresan bir kavram. Bu kavramı bir Avrupalıya asla anlatamazsınız; anlamaz. Çünkü millet demek, alt-kimliklerden oluşan bir bütün demektir ve bu alt-kimliklere saygı, demokrasinin ta kendisini oluşturur. Tabii, demokrasinin “çoğunluğun iradesi” biçimindeki 19. yüzyıl tanımını değil, “azınlık fikirlere saygı” biçimindeki 21. yüzyıl tanımını kullanıyorsanız.

Ama 19. yüzyıl tanımında kalmışsanız, 12 Eylül anayasasının 3. maddesinden kaynaklanan bu “devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” kavramını kullanır ve demokrasiyi bununla engellersiniz. Burada, Bush’un bütün dünyaya susta durdurmak için “terör” bahanesini kullanmasıyla, Türkiye’yi susta durdurmak için “bölünme” kavramını kullanmak arasında bilmem ne fark vardır.

Türkiye’de kimileri, bu ülkede insana insan muamelesi yapıldığı takdirde Türkiye’nin bölüneceğine samimiyetle inanırlar. Tabii, böyle bir muamele yapılmadığı takdirde ne olur, ondan hiç bahsetmeyelim. Kimileri ise, kimi ayrıcalıklı konumları ortadan kalkacağı için böyle inanıyor görünürler ki, hele ondan hiç mi hiç bahsetmeyelim.

Ama, bir şeyden bahsetmezsem ölürüm: Anayasa Md.3’ün “espri”sini tam anlayabilmek için maddenin devamını bilmek lazım. “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Dili Türkçedir”. Eksik yazmadım. “Resmî dili Türkçedir” demiyor, dili Türkçedir diyor. Yahu, bize öğretilen, bir devletin resmî dili vardır ve insanları da çeşitli diller konuşur. “Dil konuşan devlet” duymuş muydunuz?

2) Kılınç Paşa’nın seçimlerde yabancı gözlemci dediği, AGİT gözlemcileri (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı). Türkiye bu gözlemcileri göndermeyi ve kabul etmeyi zaten kendi imzasıyla 1990’da kabul etti. İlk adı “Hür Seçimler Bürosu” olan, 1994’ten beriyse “Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Ofisi” diye anılan makam, AGİT adına seçimlere gözlemci gönderir. ABD’ye bile gidip seçimleri izlerler, AGİT’e rapor verirler. Bizim Mülkiye’den asistan ve yd.doçent arkadaşlar yılda birkaç kez gidip çeşitli Avrupa vs. ülkelerindeki seçimleri izlerler. Hatta, bir tanesi üç aylığına gidip Bosna’daki seçim listelerinin yapılmasına nezaret ettiydi. Bu, “standart ve karşılıklı” bir AGİT uygulamasıdır. Kapitülasyonla ilgisini çok merak ettim. Uluslararası imtiyaz sözleşmelerinde Danıştay’ın inceleme yetkisi kaldırılınca bile kapitülasyon olmadı da, bu mu oluyor? Bu gerçekleri komutanlara anlatan danışman/uzman yok mu?

3) Demek, Kürtçe yayın olursa onu da TRT yapacak. Yapacak ki, Kürtlerimize Türk kökenli olduklarını öğretsin ve tepkilerini iyice doruğa çıkartsın.

Sen ölmedin, merhum Ankara Valisi Nevzat Tandoğan. Hani, meşhurdur, komünist diye karşısına gelen gence bağırmış: “Sen kim oluyorsun ulan, bu memlekete komünistlik gerekirse önce biz oluruz”.

Aslında, bu espri yapacak konu değil, çünkü vahim bilgi eksikliği var. İnsan hakları ve onun bir parçası olan azınlık hakları konusunda devletten iki şey talep edilir: 1) Karışmaması, müdahale etmemesi; 2) Dezavantajlı grupların (ör. azınlıklar) kimliklerini koruyabilmeleri için olumlu (pozitif) müdahalede bulunması. Yani, bunlara, normal çoğunluk vatandaşın sahip olmadığı haklar tanıması.

İkincisini talep eden yok. Devletten burada yalnızca “karışmaması” isteniyor. Ama devlet karışıyor: tam ters yönden!

Aman yanlış anlaşılmasın, karışmamak derken, devletin yasaları dahilinde karışmamak. Yoksa, Kürtçe vs. yayında bölücülük propagandası yapılırsa, devlet tabii ki cezalandıracak.

Üstelik, 1990’da Türkiye’nin de cumhurbaşkanı düzeyinde imzaladığı AGİK (AGİT’in o tarihteki adı böyleydi) Paris Yasası’nda farklı kimliklerin korunması için “… gerekli şartların yaratılmasına ilişkin derin inancımızı teyit ederiz” deniyor. Yaratılmasından geçtik, özel haklar tanınmasından da geçtik. Bizim rahim devlet, kanunun ihlal edilmediği durumlarda müdahale etmesin, yeter. Bu isteniyor.

Ama, “dövlet” diyorsa ki, “Bunlar Kürtçe yayın yaparsa, bölücülük de yapar”, o zaman bilemeyiz tabii. Büyüklerimiz bilir. Biz, sadece, böyle böyle ne durumlara getirilmiş olduğumuzu biliriz, o kadar. Bingöl’deki çadır dağıtımı bile ânında ne vaziyet aldı, onu biliriz sadece.

Bir de, eğer amaç AB’ye girmemek değilse, böyle girilmeyeceğini.

* * *

Alsancak’ta bir komşumuz vardı ben küçükken, kocası pek hırpalardı. Adama bir gün emrihak vaki oldu. Akrabaları gelmişler, kadıncağızı teselli etmişler: “O seni, kendine göre çok sevdi” demişler.

Hani, kimi büyüklerimiz şu AB’yi sevmeseler, diyorum.

 

Önceki Yazı
Sonraki Yazı