Türkiye’de resmen zavallı şeylerle oyalanmak yüzünden, hemen burnumuzun dibindeki fevkalade gelişmeleri ve bu gelişmelerin yarattığı muazzam fırsatları görmüyoruz. Körüz biz.
ABD ciddi sıkıntıda. Dış ticaret açığı büyüyor, piyasa canlanmıyor, vergi indirimleri işe yaramıyor, ekonomi durgunluğa doludizgin gidiyor. Bu ortamda, Amerikan basını, Pentagon bütçesinde yalnızca 1999 ve 2000 yılları için 3,4 trilyon dolar (E.Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 27.5) açık yakalandığını, düzinelerle tank, füze ve uçağın kayıp olduğunu açığa çıkardı. Bizzat Bakan D.Rumsfeld’in, 2000 yılında ünlü ABB şirketi müdürüyken, Kuzey Kore’ye nükleer reaktör satmak için 200 milyar dolarlık sözleşmeye imza attığı ortaya çıktı (The Guardian, 9.5). Aynı bakanlıktan meşhur R.Perle, yolsuzluk yaptığı için istifaya daha önce mecbur olmuştu.
Irak’ta işler hiç iyi gitmiyor. Amerikan askerlerine ateş açılmayan tek gün yok. İşgali üç haftada tamamlayan ABD Irak’a hakim olamıyor. Bush bir an önce ülkeden çıkmak istiyor. Çöken altyapının hâlâ onarılamamasıyla da kuvvetlenen bir asayişsizlik ve kanunsuzluk başını almış gitmekte. Amerikan ordusu bunlara mani olamadığı için 15.000 yeni asker getirtiyor.
Dahası, ABD kuzeyde Kürtleri kontrol edemiyor veya etmek istemiyor, çünkü Irak’ın geri kalan bütün unsurları (Araplar, Şiiler, Türkmenler) Kürtler yüzünden kendisine karşı. O da bu yüzden her geçen gün Kürtlere daha fazla yaklaşıyor. Irak “genel valisi” P.Bremer, bütün Iraklıların silahlarının toplanmasını emretti, sadece Kürtler hariç (Radikal, 25.5). ABD’nin, Kerkük valisini Kürtlerden seçtirmek için harcadığı çabalar büyük tepki topladığından, 24 Mayıs’tan beri devam eden vali seçimleri hâlâ sonuçlanamadı (Radikal, 28.5). Sonuç olarak, Kürtler Kerkük’e yerleşmiş durumda. Asurilere verilen kontenjanı da zapt ederek, kentteki polis gücünde ağırlığı ele geçirdiler. Petrol üretimine başladığı yolunda haberler gelen Talabani, ABD’nin de dolaylı oluruyla, kentin tek TV kanalına el koydu. (Cumhuriyet ve Milliyet, 20.5).
Bu durumda ABD Irak’ta Kürtler dışında kalan tüm grupları her geçen gün karşısına alıyor. Zaten, yabancı işgalciye yardım etmiş yegane Iraklı grup Kürtlere bu çoğunluğun “hain” muamelesi yapmaması ve düşmanca hisler duymaması imkansız. Tabii, aynı hisleri “Kürtlerin hamisi” ABD’ye yansıtmaması da.
Diğer yandan, ABD’nin yalnızca Fransa’yla değil, bir bütün olarak AB’yle arası her geçen gün bozuluyor. AB, doların sürekli düşmesinden çok huzursuz. Çünkü Amerika’nın doları zayıf tutmasındaki başlıca amaç, en yakın rakip AB’yi vurmak. Bu ortamda AB’den gelen mallar pahalandığı için bu mallara gizli bir ithalat vergisi koymuş oluyor. Ayrıca, buraya yaptığı ihracatını artırarak kendi dış ticaret dengesini düzeltme yükünü de AB’ye aktarıyor.
Bu durumda AB de gardını almaya ve Amerikan şirketlerini dışlamaya başladı. E.Yıldızoğlu Cumhuriyet’te (21.5) bunun kimi örneklerini veriyor: Airbus’ın 2,8 milyar dolarlık uçak motoru ihalesinde en iyi teklifi veren ABD firması kaybetti. AB, ihracatçılarına vergi indirimi tanıyan ABD’ye Dünya Ticaret Örgütünde 4,2 milyar dolarlık dava açtı. ABD’den ithal edilen kimyasal maddelere test zorunluluğu getirerek 20 milyar dolarlık bir Amerikan ihracatını zora soktu. AB ile ABD arasında, zaten, Irak’daki petrole işgal kuvvetlerinin (ABD ve İngiltere) yasadışı olarak el koymuş olmasından doğan büyük bir çekişme var.
* * *
Bütün bunlardan çıkan sonuç: ABD’nin tek başına dünyayı susta durdurması demek olan Hegemon Güç durumu tehlikede. Gerçi ABD Irak çanağını kimi AB ülkelerine yalatma sözü karşılığında ambargoyu kaldırtmayı başardı ama, uluslararası arena, kaçınılmaz olarak bir “sıfır toplamlı oyun”. Yani, “birinin kazancı öbürünün kaybı”. Bu yüzden AB yetkilileri, bir yandan ekonomik mücadele yaparken, bir yandan da tek eksikleri olan stratejik unsuru ilk defa dil pelesengi yapmaya başladılar. Örnek isterseniz:
“Laik ve Müslüman bir ülkenin de AB’ye alınmasını, kriz bölgesindeki gelişmelerden dolayı faydalı görüyorum” (Verheugen, Radikal 9.5). “Dinsel farklılıkları özümsemiş ve sağlam bir demokrasiye dayalı güçlenmiş bir çokkültürlü yapı, sınırları İran’a kadar uzanacak olan AB’yi gerçek bir küresel güç haline getirecektir” (Genişleme Genel Direktörü E.Landaburu, Radikal 17.5). “Daha fazla hesaba katılmak için aynı zamanda askerî güç de lazım. Avrupa buna, sınırlarını özellikle Türkiye ve Rusya’ya doğru genişleterek ulaşabilir (S.Berlusconi, Cumhuriyet 19.5). Bir de, ben size özel bir istihbarat vereyim: Fransız Dışişleri Bakanı D. de Villepen, bizim Dışişleri’yle görüşmeler sırasında: “Irak’tan aldığımız ders şudur ki, Avrupa’ya birçok küçüğün değil, bir büyük ülkenin katılması lazım” dedi.
Bu adamlar hangi ülkeyi tarif ediyorlar acaba? Açık açık Türkiye’yi. Evvelki hafta “1950’ye girerken…” başlığı altında anlatmak istediklerimi ve AB tarihinde ilk defa söylüyorlar: Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu Bermuda Şeytan Üçgeninin üç noktasına da ulaşan bir (ve tek) ülkeyi AB’ye katmanın, kendilerine fena zarar vermeye başlayan ABD’yle başa çıkabilmek için şart olduğunu.
Tek koşulları, 2004 sonuna kadar demokratikleşme. Eh, biz de bu olağanüstü 1950’ler konjonktüründe üstümüze düşeni yerine getiriyoruz elhak.
Apo’ya “Sayın Öcalan” diye gönderme yapan DEHAP ilçe başkanı M.N. Sarı’yı 2 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırıyoruz (Radikal, 16.4). “AB’ye uyum paketinde TMK md.8’i kaldırabiliriz, çünkü nasıl olsa TCK md.312 var” diyoruz. Hakkari’de Nevruz kutlamalarına katılan 13 kişiyi, çekilen fotoğraflarda ağızları açık göründüğü için “bölücü slogan atmak ve terör örgütüne yataklık”la suçluyoruz. Ant okunurken “Ne Mutlu Kürd’üm Diyene” dediği iddiasıyla Bismil Kazancı köyü ilkokulunun 12 yaşındaki öğrencisine 1 yıl hapis istemiyle dava açıyoruz. Erzurum Atatürk Üniversitesi Zootekni öğrencisi E.Alkan’ı da, imzası “Kürtçülük biçiminde okunuyor” diye okuldan atıyoruz (Radikal, 28.5). Daha sayalım mı?
Saymayalım. Onun yerine, hep birlikte tekrarlayalım: Lâ Havle ve Lâ Kuvvete…