CHP Genel Başkanı Deniz Baykal geçen hafta birkaç yerde birden SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’a yüklendi. Onu, DEHAP’la seçim ittifakı yaptığı için, “Etnik temelde siyaset yapmak” suretiyle “Türkiye’nin 80 yıllık uluslaşma sürecine zarar vermek”le suçladı.
Baykal, bu tutumuyla, Melih Gökçek adlı kişiyi elcağzıyla yine belediye başkanlığına oturtabilir. Ama benim asıl değinmek istediğim, çok daha nazik bir konu: “uluslaşmaya zarar verme” konusu. Bunun hemen üzerine gitmek gerek, çünkü kimi temel teorik kavramları bilmeden “Türkiye parçalanmasın” deyip durmak, tam tersine, parçalanmaya çanak tutabilir.
* * *
Uluslaşma; bir ülkedeki başat grubun değerlerinin, “ulus” adı altında, tüm grup ve bireylere yaygınlaştırılmasıdır.
Bu çok zahmetli ve uzun süreç konusunda şunu hemen söyleyeyim ki, terim olarak uluslaşma yanlıştır. Doğru terim, uluslaştırmadır. Nitekim, İngilizcesi “nation-building”dir: ulus inşası. Tuğla üstüne tuğla koyarak. Bir proje dahilinde iyice zorlayarak.
Çünkü “ulus”, kan/aile bağına dayanan veya dayandığı varsayılan gruplar (klan, aşiret, hatta etnik grup) gibi “doğal” bir toplumsal birim değildir; kendiliğinden oluşmaz. “Ulus-devlet” adı verilen devlet türünün muazzam zorlaması sonucu yaratılmaya çalışılır. Bu zorlamanın adına asimilasyon denir. Ulus-devletin en temel özelliği budur. Ulus-devlet, temel direği asimilasyon olan devlet türüdür.
Asimilasyonun kaç türü vardır, iyidir-kötüdür, bunlara hiç girmeyeceğim. Son derece pratik iki tane nokta üzerinde duracağım: 1) Asimilasyon ne zaman mümkündür, ne zaman değildir; 2) Mümkün olmadığı zaman egemen grubun ne yapması gerekir. Sırayla görelim:
1) Aslında, asimilasyon tarih kadar eskidir. Her başat grup, herkesi kendine benzetmeye uğraşmıştır. Fakat sanayi devriminin sunduğu teknik olanaklarla (ulaşım, iletişim, vs.) donanan “ulus-devlet”tir ki, “ulus” adı altında, o güne kadar görülmemiş çapta bir “tektipleştirme”ye (giyim, din, kültür, âdetler, etnisite, vs.) girişmiştir.
Amacı, ikili bir amaçtır: a) Ülkeyi daha kolay yönetmek; b) Yabancı burjuvazilerin, “ulusal” burjuvazinin ülkesine gelip rekabet yapmalarını önlemek.
Bunun azgelişmiş ülkelere yansıması, sanayi devrimi sonucu başlayan emperyalizmle mümkün olacaktır. Ortaya çıkan aydınlar, aynı iki amaca ulaşmak için asimilasyonu kendi ülkelerine klonlayacaklardır.
Başarıya gelince: Gelişmişinde daha çoktur, azgelişmişinde ise (Ulusal Ekonomik Pazar’ı kurup onun muazzam doğal asimilasyon gücünü kullanamadığı için) daha azdır.
Ama sonuç aynıdır: Asimile edilen edilmiştir, edilemeyen de edilememiştir: İngiltere gibi “her şeyi başlatmış” bir ülkede bile İrlandalıları, Fransa’da Korsikalıları, İspanya’da Baskları, vb. hatırlayınız. Yani, ulus-devlet, bugüne kadar asimile edememiş olduğunu bundan sonra artık edemez. Geçmiş olsun; bu iş bitmiştir.
En az üç nedenden ötürü: a) Ekonomik: Artık “ulusal” ekonomik pazar diye bişey bitmiştir. Uluslararasılaşan burjuvazinin de asimilasyonla ilgisi kalmamıştır; aydınlar bu işi tek başlarına yapamazlar; b) Toplumsal: Türkiye’de ancak 1980’den sonra oluşan Ulusal Ekonomik Pazar’ın yardımını almak mümkün değildir, çünkü Kürtlük bilinci 1960’larda oluşmuştur; c) Sistemsel: Küreselleşme, gittikçe artan bu azınlık bilinçlerini gittikçe daha fazla güçlendirecektir.
Özet olarak: Artık asimilasyon mâfiştir. Yani, uluslaştırma süreci sona ermiştir. Tekrar yazayım da, anlamak istemeyen bile duysun: asimilasyon sizlere ömür’dür. Gelelim ikinci soruya.
2) Ulus-devlet asimilasyonunun tarihe karışması, bundan sonra artık temel veridir. Bunu kabul etmeyip de, sanki her şey eskisi gibiymiş gibi hareket etmek sadece tepki yaratır ve asimilasyondan umulan sonucun tam tersini verir: Parçalanmayı teşvik eder.
Bakın, şöyle anlatayım: Ocak’ın ilk haftasında, Abdülmelik Fırat’ın Hak ve Özgürlükler Partisi’nin (Hak-Par) bir kongresi yapıldı. Gazeteler şunları kıyasıya eleştirdiler: Kongreyi açış konuşmaları ve mesajları Kürtçe başlamış Türkçe bitirilmişti; Türk bayrağı asılmamıştı; İstiklal Marşı okunmamıştı; Atatürk ve şehitlere değil, insan haklarına saygı duruşu yapılmıştı (Radikal, 5.01).
Bayrak, marş, saygı duruşu. Bunların hiçbiri yasal zorunluluk değil. Türkçe kullanmak, hiç değil. Kurucu antlaşmamız Lozan’ın 39/4 maddesi aynen şöyle: “Herhangi bir Türk uyruğunun… her çeşit… açık toplantılarında dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulamayacaktır”.
Asimilasyonun artık mâfiş olduğu bir devirde, üstelik K.Irak’ta bir Kürdistan kurulurken, kimilerinin sanki hiçbir şey değişmemiş gibi Kürtlere asimilasyon atmosferini aynen devam ettirmek istemesi, iki şeyden biridir: a) Dünyadan haberi olmamak; b) Türkiye’nin parçalanmasına katkıda bulunmak.
* * *
Artık, böyle düşünen ve yapanlar bu iki şeyden hangisini kendilerine münasip görürler, bilemem. Ama, “Türkiye parçalanamaz, biz partimizi kiraya vermeyiz, leasing’le de vermeyiz!” demeçleri artık kimseyi inandırmıyor. Sadece, Kürt kökenli yurttaşları fevkalade sinirlendiriyor ve onları hem CHP’den hem de Türkiye’den uzaklaştırıyor.
Böyle bir devirde, egemen etnik grubun, ülke bütünlüğünü korumak için yapacağı tek bir şey var: Devletin önerdiği üst kimliğin (o da, Türklük değil, Türkiyelilik olmak şartıyla) saygı görmesine karşılık, alt kimliklere sevgiyle yaklaşmak. Tek, ama tek kurtuluş yolu, Türkiye Milleti kavramını yerleştirmek.
İsteyen anlar. İstemeyen anlamaz ve yapmakta olduğuna devam eder. Memlekette demokrasi var.