Baskın Oran

Kıbrıs’ta çözüm Türk dış politikasında kırılma mı?

Bendeniz Türkiye’yi anlamaktan vazgeçmek üzereyim. AKP’nin grup başkan vekili Kapusuz şöyle diyor: “Türkiye’nin milli davası sadece Kıbrıs değil. AB üyeliği de milli bir davadır”. CHP’nin genel başkanı Baykal şöyle diyor: “Türk dış politikası Lozan’dan bu yana ilk kez bir büyük kırılma içine girmiştir”. Partinin grup başkan vekili Topuz ise, şöyle: “Kıbrıs stratejik önemi olan bir yer… Oradaki bu imkanlardan vazgeçilmesi düşünülemez” (Cumhuriyet, 10.02).

* * *

İzler birbirine karıştı. Ama, siyasettir bu; hele yerel seçimler öncesinde herkes her şeyi söyleyebilir. Önemli olan, başlıktaki sorunun cevabı.

Sonunda nasıl olsa söyleyeceğimi niye başında söylememeli: Hayır! Tam aksine, Kıbrıs’ta mevcut durumu korumak istemek, Türkiye dış politikasında kırılmadır. Şundan:

Eğer iki koşul biraraya gelseydi, yani eğer dünyanın bütün devletleri gökkubbeyi başımıza çökertmeyecek olsalardı ve Kıbrıslı Türkler de katılmayı arzu edecek olsalardı, Türkiye’de bugün “Annan Planını uygulamak Lozan’da kırılmadır” diyenler Kıbrıs’ı Türkiye sınırları içine memnuniyetle dahil edeceklerdi. İşte bu tutumdur ki, Türkiye’nin Lozan’dan bu yana izlediği dış politikada tam bir kırılmadır. Açıklayayım:

Türk dış politikasının üç temel niteliği var:

a) Batıcılık

b) Meşruiyetçilik

c) Statükoculuk

Batıcılık, fazlasıyla malum. İşin ilginç tarafı şu ki, kendini temelde “İslamcı” olarak gören ve öyle görülen bir partiye düşüyor bunu savunmak.  “Laik” tarafa düşen de, dünyada “Batı” namına kim varsa (AB, ABD, BM) Kıbrıs’ta çözüm isterken, “Çözüm çözümsüzlüktür”de ısrar etmek.

Meşruiyetçilik, yani uluslararası hukuka uygun davranmak, uluslararası ilişkilerde kabadayılık yapacak kadar güçlü olmayan her devletin akılcı davranışı.

1974’te Türkiye’nin adaya yaptığı çıkartma tamamen meşru idi: 19 Şubat 1959 tarihli Garanti Antlaşmasının 4. maddesi, garantör devletlerin her birine adaya müdahale izni veriyordu. Ama, “…[Anayasal düzen bozulursa, onu] yeniden kurmak amacıyla”. Türkiye’nin 74 çıkartması adada Yunan juntasının düzenlediği askerî darbeyi önledi, ama kuzeyde KKTC’yi kurdu. Otuz yıl sonra da, 30.000 askeriyle adada. Pakistan dahil dünyada tek bir devlet yok ki KKTC’yi tanımış olsun veya Türkiye’yi bu konuda desteklesin.

Demek ki, Kıbrıs’ı Türkiye’nin elinde tutmak isteyenler, Türk dış politikasının bu ilkesinde bir kırılma yaratıyorlar.

* * *

Statükoculuk’a gelince. Türk dış politikasının bu barışçı direği (“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”) 1923 Lozan’la çizilen sınırlarda değişiklik yapmamak demek.

Bunun tek bir istisnası oldu: 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye iltihakı; daha doğrusu, ilhakı. Ama, bundan önce veya sonra, bu statükoculuk ilkesinin hiçbir ihlali yok. Hatay tam bir istisna. Sebebi de şu:

Atatürk, Misak-ı Milli’yi tam olarak gerçekleştiremedi. Türkiye’yi kurabilmek için üç yeri dışarıda bıraktı: Sovyetlerle dostluk için Batum, İngiltere’yle arayı düzeltmek için Musul, Fransa’yla iyi kalmak için İskenderun Sancağı (Hatay). Bu yüzden de birinci TBMM’de çok hırpaladılar onu. Bu, içinde ukde kaldı.

İkinci Dünya Savaşı başlarken, Türkiye’nin Almanya’ya yanaşmasından korkan İngiltere,  Sancak’ı Türkiye’ye yüzgörümlüğü olarak vermek istedi. Fransa da, bölgede petrol olmadığını anladıktan sonra buna uydu.

Peki, Misak-ı Milli’yi fevkalade dar yorumlayan, Lozan’dan sonra statükoculuk ilkesine fevkalade bağlı kalan ve “Bir Musul için Türkiye’yi tehlikeye sokacak adam değilim” diyen Atatürk, hiçbir stratejik veya ekonomik önemi olmayan bir Hatay’ı niye istedi?

Çünkü, ölüm döşeğinde, bu yukarıda sözünü ettiğim ukdeyi içinden atmak istedi. “Bu benim şahsî meselemdir” deyişi bunun ifadesiydi.

Üstelik Hatay; uluslararası dengeleri hiçbir biçimde değiştirmediği ve Milletler Cemiyeti Konseyinin Mayıs 1937 tarihli oybirliği kararına dayanarak meşruiyeti gözettiği için, (Suriye’nin artık günümüzde giderilmekte olan burukluğu dışında) Türkiye’ye hiçbir sorun taşımadı. Kıbrıs taşıyor.

Demek ki, Kıbrıs’ın böyle tutulması ve elden gelse Türkiye’ye ilhak edilecek olması, Türk dış politikasının bu üçüncü temel direğinde de bir kırılmadır.

* * *

Yeni bir şey var: Kıbrıs’ın şu andaki durumunda hiçbir değişikliğe yanaşmayan resmî ağızlar, bir de “Kıbrıs bize stratejik olarak lazım” demeye başladılar. Bu, tutarsızlığın da ötesine geçiyor.  Çünkü şimdiye kadar hiç duyulmamış bir yayılmacılık ifadesi.

Zaten Kıbrıs’ta iki farklı devleti savunmak bugüne kadar Türk dış politikasına yeterince zarar verdi: Türkiye’de Kürt özerkliğini reddetmeyi güçleştirdi. Hepsi de kendi içlerinde azınlıklarla boğuşan Üçüncü Dünya ülkelerini, iki devlet korkusundan, aleyhimize döndürdü. Şimdi yayılmacılık söylemi yüzünden bir de İsrail’le mi mukayese edileceğiz?

Düşünüyorum da, biz Anadolu’yu bugüne kadar Kıbrıs sayesinde mi savunduk? Bizzat girmek için paralandığımız Avrupa Birliğine girdikten sonra mı Anadolu’nun savunması için tehdit oluyor bu ada?

Peki, aynı mantığı uygularsak Kıbrıs’ı nasıl savunacağız? Lübnan’ı veya Mısır’ı alarak mı?

Önceki Yazı
Sonraki Yazı