Olay şu: Türkiye’de şu anda en önemli mesele AB’yle ilişkiler ya, bu konuda ayak sürüyenlere “Üçüncü Dünyacı” (bazen de, “Avrasyacı”) deniyor. Aynı terim, ABD’nin Irak’ı işgaline karşı çıkanlar için de kullanılıyor ama, esas kullanım alanı birincisi.
Önce şu konudaki fikrimi belirteyim: AB’ye karşı olanlar veya “girmeye varız, ama ne reform yapacağımıza biz karar veririz” diyenler ikiye ayrılıyor: 1) Sevr Paranoyası içinde olanlar, 2) AB’ye girme halinde şu andaki ayrıcalıklarını yitirmekten çekinenler. Yani, iki tane korku. Tabii, ben bunlardan birincisini samimi olarak hissedenlere ikincilerden daha çok sempati besliyorum. Irak işgali bağlamında kullanılan terime gelince, o bendenizden iyice uzak olsun.
Arkasından, hemen şu soruyu sormak lazım: Üçüncü Dünya nedir?
Bu sorunun yanıtı 1960’ların sonu ile 70’lerde kolaydı: pek çoğu azgelişmiş olup, iki süperdevletin liderlik ettiği bloklardan ayrı politika izleyen devletler. Şu an içinse terim anakronik, yani takvimini şaşırmış. Çünkü blok kalmadı ki blok dışı (bağlantısız) politika olsun. Bu durumda, olsa olsa, dar anlamda ABD’ye ve geniş anlamda Batı’ya yakın politika izlemeyenler anlamına gelebilir. Böyle de kullanılıyor.
* * *
Bizde Üçüncü Dünyacılık tartışması yeni değil. Asıl, Üçüncü Dünya’nın belirdiği 1960 ve 70’lerde sallamıştı Türkiye’yi. O zamanlar, ikisi sol kesim içinde, biri de sağ kesimce ortaya atılmış üç tartışma konusu vardı. Sağ kesimin dediği şuydu: Atatürk Misak-ı Milli sınırlarıyla bağlı kalmamıştır. Milliyetçilik anlayışı ırkçı ve Turancıdır. Hatay’ı almıştır, fırsatını bulsaydı Musul’u da alacaktı. Atatürk milliyetçiliği yayılmacıdır. Bu tezin uzantısı da bugün “Yeni Osmanlıcılık”: Türkiye, Osmanlı’nın sınırlarına doğru genişlemeye çalışmalıdır, yoksa küçülebilir.
Soldaki iki tartışmadan biri Atatürk milliyetçiliğinin “anti-emperyalist” olup olmadığını sorguluyordu, ikincisi de “Batıcı mı yoksa Üçüncü Dünyacı mı” olduğunu (bunlar benim Atatürk Milliyetçiliği kitabında vardır).
“Batıcı değildir, Üçüncü Dünyacıdır ve onun liderliğine soyunmuştur” diyenler, Gazi’nin kimi sözlerini gösteriyordu: 1) “Bütün mazlum milletler zalimleri bir gün mahv ve nâbut edecektir”. 2) “[Türkiye’nin] müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır”. 3) “Şu kudsi mücadelede milletimiz İslam’ın halâsına, dünya mazlumlarının tezyid-i refahına hizmet etmekle müftehirdir”. 4) “Anadolu bu müdafaasıyla yalnız kendi hayatına ait vazifeyi ifa etmiyor, belki bütün şarka müteveccih hücumlara bir set çekiyor”.
Bunların ne anlama geldiğini görmek için söylendikleri yer ve tarihlere sırayla bakalım: 1) Ocak 1922, Ankara, Ukrayna SSC Büyükelçisi Frunze’nin ziyafetinde; 2) Temmuz 1922, Ankara, Sovyet Büyükelçisi Aralov’un İran Elçisi onuruna verdiği şölende; 3) Ekim 1921, Ankara, Azerbaycan Elçisinin ziyafetinde, 4) Yine Ekim 1921, Ankara, yine Azerbaycan Elçisinin ziyafetinde.
Hepsi zaferden önce ve Doğulu ülkelerin mekânında. Zaferden sonra ise, doğulu Müslüman ülkelere bu taktik göndermeler artık duyulmayacaktır. Kendimizi aldatmayalım: Kurtuluş Savaşı, Üçüncü Dünya’nın lideri olmaya değil, Batı sistemi içinde bağımlı olmadan yer almaya yönelmiş bir savaştır. Atatürk’ün kesinkes Batıcı bir aydın olmasının yanı sıra, şu basit sebepten ki, o sırada Üçüncü Dünya diye bişey yoktu. Örneğin koca Afrika kıtasında biri yarı-bağımsız (Mısır), ikisi de sözde bağımsız (Liberya ve Etiyopya) ülkeden başka sömürge/koloni olmayan devlet yoktu! (Aslında, “kesinkes Batıcı” demek bile abes, çünkü “aydın” yalnızca Batıcı olabilir, çünkü tanımı şudur: “Modernleşme [Batılılaşma] kendi ülkesine ulaşmadan modernleşmenin ürünü olan kişi ”)
* * *
Demek ki, bugün AB karşıtlığı yapanların Atatürk’ten medet umması mümkün değil. Atatürk senteze gelmeyen, yani hiçbir biçimde Batı-Doğu sentezi aramayan, Batıyı olduğu gibi almak yanlısı bir Batıcı idi. Zaten, hars (Doğu)-medeniyet (Batı) sentezi yanlısı Ziya Gökalp’le bu yüzden çatışmıştı.
Peki, bugün “Üçüncü Dünyacılık” terimi aynı zamanda ABD’nin Irak saldırısına karşı çıkanlara da yakıştırılan bir sıfat olduğuna göre, o konuda ne diyeceğiz?
Çok basit: Atatürk kesinkes ve sentezsiz Batıcıydı ama, bugünkülerden ufacık bir farkla: Bağımsızlığına çok önem veriyordu ve bir Stratejik Orta Boy Devlet’in (OBD) ancak güç dengesi ortamında nefes alabileceğini biliyordu. Onun için de sürekli olarak güç dengesine oynuyordu: 1) Batı ile Batı karşıtları arasındaki dengeye (Avrupa ile SSCB dengesi); 2) Batı’nın kendi içindeki dengeye (Fransa’ya karşı İngiltere, İngiltere’ye karşı Almanya, vs). (Bunlar da, bizim ortak yapıt Türk Dış Politikası’nın Giriş’inde vardır).
Bugün Türkiye yine bir Stratejik OBD. Onu yönetenler isteseler de istemeseler de, adeta bir “devletsel refleks” olarak güç dengesine oynamak zorundalar.
Ama ne yazık ki artık ne Üçüncü Dünya var, ne de SSCB; birinci tür denge mümkün değil. Ama ikincisi mümkün. Bu durumda Türkiye için yalnızca Batı’nın öteki yarısı var: Irak işgali sayesinde, ABD’ye bir karşıt ağırlık oluşturmazsa yok edileceğinin bilincine fena halde varıveren AB. Bunun için de Türkiye ve Rusya’ya yaklaşmak zorunda olduğunu sonunda idrak ediveren AB. Türkiye bir yandan komşuları Şam ve Tahran’ı dışlamamaya büyük özen gösterirken, diğer yandan da AB üzerine oynamak zorunda.
Ne Şam-Tahran politikasının ideolojiyle bir ilgisi var, ne de AB’ye oynamanın: Nefes almak için çırpınan bir Stratejik OBD’nin devletsel refleksinden ibaret bu. “Üçüncü Dünya” diyenler eğer bu refleksi kastediyorlarsa, AB üzerine oynamak zorunda olduklarını bilmek zorundalar.