BM’de taa 1966 yılında yapılmış İkiz Sözleşmeler (İS), AB’ye giriş süreci gereği TBMM’de nihayet onaylanınca, “parçalanıyoruz” korkusu tekrar vizyona girdi. Ben size bu konuda “güneşin altında” ne var ne yoksa anlatayım da, kendi kararınızı verin.
Konu, self determinasyon (SD). Yani, “halkların kendi kaderini belirleme hakkı”. İki Birleşmiş Milletler belgesinden (Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesi) oluşan İS’nin ortak olan 1. maddelerinde şöyle yer alıyor: “Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler. Sözleşmeye taraf bütün devletler kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterirler”.
Önce şunu söyleyeyim: Böyle ciddi metinlerde okuduğunu anlamak için heceyi heceye vurmak yetmez. Kavram ve tarih bilmek gerekir. Nitekim, SD kavramının 3 tane anlamı vardır:
1) “İç SD”: Demokrasi demektir. Bir topluluğun kendi siyasal, ekonomik, toplumsal vs. düzenini saptama hakkıdır. 1789’la ortaya çıkmıştır. 2) “Dış SD”: Dekolonizasyon (sömürgelerin bağımsızlaşması) demektir. Dekolonizasyonun sürdüğü 1960’lar boyunca SD denince kastedilen anlam budur. 3) “Ayrılma”: Mevcut bir ulusal devleti parçalayarak ayrılmak demektir. Oysa, SD’nin bu anlamı uluslararası toplumda ancak çok istisnai durumlarda kabul edilir; hemen anlatacağım. Ama önce, İS’lerin hangi ortamda imzalandığını, hangi tartışmaların yapıldığını görelim.
BM’de dekolonizasyon tartışmaları başlayınca, Genel Kurul 1960’ta 1514 sayılı ünlü kararını aldı: Halkların SD hakkı vardır; bu halk, bir mekânın tüm halkıdır; bu halk bu hakkını bağımsızlığa ulaşarak kullanır; ondan sonraki bölünme istekleri SD hakkına girmez. “Bir ülkenin ulusal birliğine ve teritoryal bütünlüğüne kısmen yada tamamen karşı çıkmaya yönelik hiçbir hareket, BM Anayasasının amaç ve ilkeleriyle bağdaşamaz”.
Peki, hiçbir ayrılma/bölünme meşru sayılamaz mı? Mümkün, bakın nasıl: Yine 1960’da, sömürgeci Belçika bir “uyanıklık” yapmaya kalktı. Özellikle L.Amerika ülkelerini “SD’yi kabul ederseniz sadece benim gibi sömürgecilerden değil, sizden de ayrılırlar ha!” diye korkutmak istedi. Bunun üzerine BM, 1541 sayılı bir diğer ünlü karar aldı: Sömürge sayılmak (ve dekolonizasyon hakkına sahip olmak) için o ülkenin sömürgeci ülkeden deniz aşırı olması veya en azından coğrafi bakımdan kopuk bulunması, ayrıca sömürgeciden etnik bakımdan farklı olması gerekir. Bu iki faktörün ikisi de birarada olmayınca, SD hakkı olmaz. Nitekim, uluslararası toplum Biafra’nın Nijerya’dan ayrılmasını teritoryal süreklilik olduğu için 1967’de reddetti, ama arada Hindistan toprağı bulunduğu için D.Pakistan’ın Bangladeş adıyla 1971’de ayrılmasını onayladı.
Bu iki istisna koşulunu, 1970’de bir üçüncüsü izledi: 2625 sayılı BM kararı “SD ilkesine uyan ve ülkesinde yaşayan tüm halkı soy, inanç ve renk ayrımı yapmadan temsil eden bir yönetime sahip olan egemen ve bağımsız devletlerin teritoryal bütünlüğünü ve siyasal birliğini” bozulamaz ilan etti. Buradaki SD, tabii ki demokrasi (“iç SD”) anlamına geliyordu. Çok daha yeni olarak, İnsan Hakları Dünya Konferansı Haziran 1993’te aynı şeyi yineledi. Yani, uluslararası toplumun “ayrılma” anlamında SD’yi kabul edebilmesi için üç şeyin olmaması lazım: 1) coğrafi birlik; 2) etnik aynılık; 3) demokrasi.
* * *
Hadi, Sevr Paranoyacılarına bir iyilik edeyim; hiç farkında olmadıkları bir tüyo vereyim: Yukarıda sözünü ettiğim ortak md.1’in üçüncü fıkrası: “Özerk olmayan veya vesayet altında bulunan ülkeleri yönetmek sorumluluğunu taşıyanlar da dahil olmak üzere…” diyor. Buradan, SD hakkının sömürge durumunun ötesine geçtiği çıkabiliyor.
Ama hiç heveslenmesinler, çünkü fıkra şöyle devam etmekte: “…bu sözleşmeye taraf devletler, halkların SD hakkının gerçekleşmesine yardımcı olmak ve BM Antlaşması hükümleri uyarınca bu hakka saygı göstermekle yükümlüdürler”. Yani, devletlerin toprak bütünlükleri ilkesi üzerine kurulu BM Antlaşmasına yine gönderme yapıyor. Bu ilkeden kaçmak mümkün değil.
“Halk” terimiyle devam edelim: 1) Özellikle 1980’den sonra bu terim “Yerli Halklar”ı ifade ediyor. Bunların temel özelliği, devleti yöneten çoğunluktan muazzam uçurumlarla ayrılışları. Bunların neredeyse tümü avcılık ve toplayıcılık düzeyinde (Eskimolar, Aborijinler, vs.); 2) Daha önce de belirttiğim gibi, SD’nin üçüncü anlamı (“ayrılma/bölünme) azınlıklara değil, yalnızca halklara verilmiş bir hak. Zaten bu nedendendir ki Kürt milliyetçiliği daha 1970’lerde “Türkiye Halkları” sloganını kullandı. Ama kendine “halk” diyerek SD hakkı alınamıyor; yine yukarıda belirttiğim “istisna koşulları” gerekiyor.
Buna karşılık, bu koşullardan biri olan, “demokrasinin zayıflığı” bir ülkeye ciddi sorun çıkartabiliyor. G.Aktan’ın da yazdığı gibi (Radikal, 16 Haziran), Avrupa Parlamentosu Aralık 1994’te “Türk hükümeti ülkenin tümünü temsil etmiyor” gerekçesiyle SD’nin üçüncü anlamını Kürtler için kabul etti. Bunu da, “özgürlük verirsek ayrılırlar” deyip duranlara ithaf etmek, yani suratlarına çarpmak lazım!
* * *
İS’den birincisine 148, ikincisine 145 devlet katıldı. Katılmayanların adlarını yazayım, bakalım kaç tanesini okuyabileceksiniz: Antigua ve Barbuda, Bahamalar, Bahreyn, Bhutan, Birleşik Arap Emirlikleri, Brunei Sultanlığı, Endonezya, Fiji, Katar, Kazakistan, Kiribati, Komor Adaları, Küba, Marshall Adaları, Moritanya, Mikronezya, Myanmar, Niue, Oman, Pakistan, Papua Yeni Gine, Saint Kitts ve Nevis, Saint Lucia, Samoa, Suudi Arabistan, Singapur, Svaziland, Tonga, Tuvalu, Vanuatu.
Dışişleri Bakanlığı, Ağustos 2000’de imzalarken, İS’ye toplam 3 beyan ve 1 çekince koydu: Yükümlülüğümüzü, BM Antlaşmasının toprak bütünlüğüne ve ulusal güvenliğe ilişkin birinci ve ikinci maddelerine göre yerine getiririz; diplomatik ilişkimiz olmayan ülkelere (Ermenistan, G.Kıbrıs) uygulamayız; yalnızca TC sınırları içinde uygularız (K.Kıbrıs’ı dışarıda bırakıyor).
Yerim çoktan bitti ama, hadi Sevr Paranoyacılarımıza bir “kıyak” daha yapayım: Farkında bile değiller ama, İS’nin onları asıl korkutması gereken tarafı ortak md. 1’deki bu SD konusu değil; birinci sözleşmenin 27. maddesi: “…etnik, dinsel, dilsel azınlıklar…kendi kültürlerini yaşamak, kendi dinlerini açıkça ilan etmek ve uygulamak, kendi dillerini kullanmak hakkından yoksun bırakılamazlar”. Yani, Allah korusun, şimdi Kürtler kendi dillerini kullanabilecekler!”. Ama onun da tedbirini aldık: “Bu maddeyi ancak Lozan Antlaşması ve Anayasamız hükümlerine göre uygularız” dedik.
1966’da dekolonizasyon için yapılmış ve bugün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı tarafından fersah fersah aşılmış İkiz Sözleşmeler, bu toz-duman arasında nihayet cumhurbaşkanının imzasında. Rabbim bize akıl, fikir, ve hepsinden önemlisi, paranoyalardan arınmış günler nasip etsin, amin.