Baskın Oran

Sivil; yap, kurtul, güçlen

Batı toplumunun Türkiye Cumhuriyetinden (TC) istedikleri ile TC’deki Silahlı Kuvvetlerin (TSK) hükümetten istedikleri arasında muazzam benzerlikler var. Tabii, çıkan sonuçlar arasında da.

1) Batı toplumu, TC’den insan haklarının artık titizlikle uygulanmasını istiyor. TC de, bu isteğin “üstüne vazife olmayan” bir kaynaktan geldiğini söyleyerek direniyor. “Dışa karşı egemenliğini” koruyor. “Onurunu” koruyor.

TSK, hükümetten laikliğin artık titizlikle uygulamasını istiyor. Hükümet de, bu isteğin “üstüne vazife olmayan” bir kaynaktan geldiğini söyleyerek direniyor. “İçe karşı egemenliğini” koruyor. “Onurunu” koruyor.

2) Batı toplumu, bu güçler dengesinde, TC’ye  dediğini eninde sonunda kabul ettirecek durumda.

TSK, bu güçler dengesinde, hükümete  dediğini eninde sonunda kabul ettirecek durumda.

3) Batı toplumunun istediği TC’nin zaten öz çıkarına olan, kendiliğinden yapması gereken bişey. Zaten, (geçmişinde ve günümüzde emperyalizm gibi kara lekelerle kirlenmiş olmasına rağmen) Batı’nın bu mücadelede üstün taraf olmasının esas nedeni de buradan, TC’nin temel görevini yapmamasından kaynaklanıyor.

TSK’nin istediği, demokratik bir hükümetin zaten tanımı gereği olan, kendiliğinden üzerine titremesi gereken bişey. (Çünkü, gerçekten laik olmayan hiçbir rejim gerçekten demokratik olamaz. Çünkü, kırk kere yazdım, laik rejimler 4-5 yılda bir yapılan seçimlerde millete hesap verirler, laik olmayan rejimler hesabı Allah’a ve tabii öteki dünyada verirler,  yani hesap vermezler). Zaten, (geçmişinde 12 Mart ve 12 Eylül gibi faşist kara lekeler tarafından kirletilmiş olmasına rağmen) TSK’nin bu mücadelede üstün taraf olmasının esas nedeni de buradan, hükümetin temel görevini yapmamasından kaynaklanıyor.

4) Batı, TC’nin kendi insanına insan muamelesi yapmasını istiyor, TC de bunu kendiliğinden yapmadığı gibi, buna direniyor ve daha da zayıflıyor. Batı’nın baskısı ise her gün artıyor.

TSK, hükümetin kendi insanına Allah’ın kulu değil, ülkenin vatandaşı muamelesini yapmasını istiyor, TC de bunu kendiliğinden yapmadığı gibi, buna direniyor ve daha da zayıflıyor. TSK’nin baskısı için her gün artıyor.

Oysa, geçmişte TC kendi insanına insan muamelesi yapmayı Batı’nın baskısıyla kabul ettiğinde, Batı karşısında muazzam güçlenmişti. Nasıl mı? Lozan’da Batı, şeriat var diye adli kapitülasyonları kaldırmamak için direndiğinde Dr. Rıza Nur söz almış ve o günkü deyimle şöyle demişti: “Biz Medeni Kanun yapacağız ve bunu da sizden alacağız. Bu yüzden adli kapitülasyonlara gerek yoktur”. Ve Türkiye bunu 1926’da yapmış, Batı’nın yaptırmak istediğini kendiliğinden yaparak Batı’nın baskısından (ve vesayetinden) kurtulmuştu. Aynı anda muazzam da güçlenmişti.

Yine sivil TBMM ve hükümet, neredeyse tümü İttihatçı askerlerden oluşan devrimci kadronun baskıları sonucu 1924’te halifeliği kaldırdığı ve diğer laik düzeltimleri yaptığı zaman, hem askerlerin baskısından kurtulmuş, hem de daha önemlisi, rejimi muazzam güçlendirmişti.

Eğer bu düzeltimler bir yandan TC’nin, diğer yandan da sivil TBMM ve hükümetin kendiliğinden yapması gereken “medeni” şeyler olmasaydı, bu bir “egemenlik yitirimi”, bir “onur yitirimi” olurdu. Ama, bu durumlarda bir yandan TC ve diğer yandan sivil yönetim hiçbişey yitirmedi. Kazandı.

5) Sonuncu “muazzam benzerlik”, galiba zurnanın zırt dediği yer.

Batı, bu çok haklı şeyleri TC’den isterken, Suudi Arabistan gibi bireyi ezen dinci rejimleri desteklemek yüzünden haksız pozisyona düşüyor ve inanılırlığı/tutarlılığı çok zayıflıyor.

TSK ise, devletin laiklikten ödün vermemesi gibi çok haklı bir istekte bulunurken, esas mihenk taşı olan Susurluk konusunda gıkını çıkartmıyor. Gıkını. Sadece, içinde rüşvet alan varsa onu temizliyor. Bu da, inanırlığının/tutarlılığının zayıflamasını engellemek için çok yetersiz.

Bir de, TSK devletin mutlaka laik olması gerektiğini (ör. öğretmenlerin, memurların vs. asla sıkmabaşla görev yapamayacağını) söylerken kazandığı haklılığı, bireyin de laik olması (ör. öğrencilerin başörtüsü takmamaları) gerektiğini söyleyince sakatlıyor. Böylece, laik kafalı olmayan sivillerin ekmeğine yağ sürmüş oluyor.

Oysa, imam-hatip okulları 1973’ten önce olduğu gibi meslek okulu sayılsalar (yani, mezunları yalnızca ilahiyat fakültesine girebilseler), Kristof Kolomb’un yumurtası yerine oturacak. İsteyen istediği yere başörtüsüyle, hatta çarşafla girsin. Kime ne?

Önceki Yazı
Sonraki Yazı