Baskın Oran

Paşalar

Ölen, yerine yattı. Yazanlar, yazacaklarını yazdılar. Bir de ben yazayım.

Onu radyodan ilk duyup da, kuşkusuz etrafımdakilerin (ailemin) etkisiyle çok beğendiğimde henüz ilkokula gitmiyordum. Tane tane söylüyordu; sesinin güzelliğinin yanısıra en önemli özelliği buydu ve şarkı güftelerinin çok koyu Osmanlıca olduğu bir ülkede bu, o zamana kadar kimsenin düşünüp yapmadığı büyük bir olaydı.

Bizim evde öyle pek çalgı-kalgı olmazdı. Geceleri, o zamanların titrek sesli (ve dışarda şimşek çaktığı zaman, yıldırım düşmesin diye  anten şalteri derhal indirilen) radyosu bir köşede cızıldar durur, onun dışında şöminenin alev sesinden başka bişey duyulmaz, babam yemekten sonra yatana kadar pasiyans (iskambil) açar, herkes önünde bişeylerle uğraşırdı. Değişiklik olarak, yalnızca, domino oynadığımız yılbaşı gecelerini anımsıyorum.

Tabii, bu oldukça (bu son kelimeyi içinizde “epey” değil de “çok” anlamına kullanan varsa, ölsün!) steril  yaşamda babamın kişiliğinin rolü olduğu kadar, bir kişi kazanıp da dokuz kişinin geçinmesi sonucu olanaklarımızın sınırlı oluşunun da rolü vardı. Mesela, dışarıya yemeğe yalnızca bir tek kere gittiğimizi hatırlıyorum, onda da şahsen benim burnumdan (o küçücük çocuk burnumdan) gelmişti. Çünkü Fuar’daki Ada Gazinosu’nda babam hesabı dikkatle incelemiş, önce garsonlar hesaba yemediğimiz şeyleri ekledikleri, sonra da toplamayı şişirdikleri için iki kere geri yollayıp düzelttirmişti.

Bunları yazıyorum, yoksa, ailecek kalkıp da taa Kemer’deki Büyük Sinema’ya gidişimizin nasıl bir muazzam olay olduğunu şu 1996 yılında, hele de yaşınız 45’in altındaysa, algılamanız kolay olmayabilir.

O gün, İzmir genelevi girişinin karşısındaki Büyük Sinema’ya cumbur cemaat gittik, çünkü “Zeki Müren’in Filmi” oynuyordu: Beklenen Şarkı.

Neyse. Bırakalım artık ister nostaljik, ister tozlu, ister hüzünlü anıları. Şuraya gelmek istiyorum:

Ben daima Zeki Müren’in sanatının bir hayranı oldum. Küçükten beri. Barok’a ve caz’a aşık olduktan sonra bile. Radyodaki programlarını kasete alarak, Ankara’ya geldikçe gazinosuna giderek, her seferinde ve her yerde kendimden geçmiş dinleyerek. Cinsel yaşamıyla ilgili alaylar yada kınamalar geldikçe, göğsümü siper yapıp sanatını savunarak.

Ama,  eski şarkılarından aldığım o emsalsiz zevk devam etmekle birlikte, kimi şeyleri görüp kimi şeylerin de farkına vararak bir noktadan sonra Zeki’ye büyük bir kızgınlık geliştirdim.

Birincisi, çok büyük bir sanatçı olduğu halde, tek bir öğrenci yetiştirmedi. Arasıra, “Konservatuar açıciim efenim”lerle insanları uyuttu.

İkincisi, özel hayatında ikiyüzlülüğü hiçbir zaman elden bırakmadı. Bunu, ortaya çıkıp da bas bas “Ben eşcinselim” diye niçin ilan etmedi, anlamında tabii ki söylemiyorum. Ama her soruluşunda ne kadar “erkek” olduğunu iddia etmesi de insanları eşşek yerine koymaktı. Oysa, “Siz öyleyseniz, ben de böyleyim, böyle yaradılmışım. Böyle yaratılmışız. Kendi tercihimiz bile değildir. Böyle yaratıldığımıza göre, bu da alabildiğine doğaldır” deyiverseydi, hem kimsecikler bir daha gık diyemezdi, hem de kendisi gibi olup da Zeki Mürenlik zırhının yokluğu yüzünden bu memlekette cüzzamlı muamelesi gören insanların o zor hayatını biparça kolaylaştırmış olurdu. Yapmadı. Onları her zaman inkar etti. Yalnızca kendini düşündü.

Üçüncü husus, daha önce ifade edildi, hem de çok güzel bir biçimde: Hasbelkader hocası olmakla övünç duyduğum Can Dündar tarafından. Can, Zeki Müren’in nasıl bir ekonomik ve toplumsal dönüşüm ortamında ortaya çıkarak yeni sınıfların ve zevklerin temsilciliğini yapmış olduğunu TV belgeselinde vermekle kalmadı, Yeni Yüzyıl’daki 28 Eylül tarihli yazısında onun “otorite” altına ne biçim yattığını, yerleşik düzenin nasıl  destekçisi olduğunu da sergiledi:

“Tanrının lanetlediği bir kavme mensup olduğu halde tanrının adını dilinden düşürmez, resmi söyleme karşı sivil bir alternatifin öncüsü sayılmasına karşın ‘Paşa’ lakabıyla anılır, daima otoritenin şiddetine maruz kalmış bir cinsel tercihe sahip olmasına rağmen servetini orduya ve eğitime bağışlardı… Bu sayede sahnede mini etek giydiğinde tutuklanıp götürülmemiş, iktidarın sürekli iltifatına mazhar olmuş ve sonunda devlet töreniyle gömülmüştü”.

Zeki Müren bu haliyle, bilmem farkında mısınız, aynen Fethullah Gülen’in öncüsü oldu. Onunla arasında muazzam bir paralellik vardı. Aynen onun gibi resmi ideolojiye çok aykırı işler yaptığı halde, resmi ideolojinin çok önemli saydığı (ve en korkunç hataları yaptığı) noktada onu alabildiğine destekledi ve bu sayede devletin lütfuna mazhar oldu:

Fethullah Hoca Kürt sorununda ağzını mühürledi, Zeki Paşa da HADEP kongresindeki bayrak düşürme olayından sonra Bodrum’da kapısına koskoca bir Türk bayrağı astıran birkaç kişiden biri oldu. Din Paşası susarak, Bodrum Paşası da asarak bu ülkedeki iki ana unsurun birbirine düşman olmasına (ve PKK’ye) katkıda bulundular.

Ama, haksızlık da etmemeli. Bodrum Paşası hiç olmazsa bayrak astırdı; Marmaris Paşası gibi emir vererek 17 yaşındaki çocukları değil.

Çok da güzel intihar etti. Kolay iş değildir.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı