Baskın Oran

Diyarbakır’da insan ve devlet üzerine gözlemler

6 Mart tarihli Hürriyet’te beş sütun üzerinden koskoca bir haber:

“G.Doğu’da askere güleryüz talimatı”.

Kısa tutmak uğruna manşetleri bozuk Türkçeli ve anlamsız kılmak, Babıali’nin büyük icadı. Ama, bundan bağımsız olarak, bu manşeti ilk anda, “G.Doğu’da herkesin askere güleryüz göstermesi için talimat verildi” diye anladım.

Oysa, altını okuyunca beklenmedik, hoş bir sürpriz çıkıyor ortaya: “Vatandaşa zarar verme, verdiysen öde”. “Sert ve düzensiz metotlarla arama yapma”. “Koruculara ev arama görevi verme”. “Yolda gördüğün muhtaçları arabana al”.

Lafı tersinden anladığıma göre, kötü niyetli miyim, yoksa geri zekâlı mı? Birincisini değilim, ikincisini de olmadığımı umuyorum. Sadece, Diyarbakır’dan yeni geldim de, kendime henüz gelemedim; ondan.

Geçen hafta da yazdığım gibi, TOBB’un Doğu Raporunun tartışıldığı açıkoturuma katılmak için Diyarbakır ilimizdeyim.

Hemen toplantı salonuna buyur edildiğimiz için, önce kentin insanlarını tanıdım. O koca kalabalığın, ama çok sessiz bir biçimde, soru niyetine “PKK’ye terörcü diyorsunuz, ama asıl terörü yapan devlettir” diye kürsüye yolladığı ufak ufak kağıtları okudum.

Ertesi günün sabahı kenti tanımaya çıktık. Evvela, çarşıyı. Önceki tahminlerimin aksine, etrafta asker ve polis yok denecek kadar az. Ama, daha çarşıdan çıkar çıkmaz askerî ve resmî binalar birbiri ardına dizilerek oturma alanlarını adeta muhasaraya alıyor. Bu kadar resmî binanın varlığı çok etkileyici. Gerek bu binaların, gerekse askerî ve sivil memur lojmanlarının yüksek duvarları dikenli tellerle son buluyor. Kiminde, Ankara’daki bazı büyükelçiliklerin duvarlarında görülen özel çelikten dikenli teller var. Sanki devlet, kendini halktan korumaya almış.

1964’de Ankara’ya ilk geldiğimde, resmî arabaların çokluğu dikkatimi çekmişti. Burada üniformalı polis ve asker görülmediği gibi, resmî araba da son derece az. Sordum, “Burada emniyetin arabaları, polisler gibi, hep sivil plakadır” dediler. Nerden tanıyorsunuz, dedim, “Herkes bilir. Ayrıca, belli bir tarihten sonra trafiğe çıkanların arka camında ‘Trafik Canavarı Olmayın’ yapıştırması vardır” dediler.

Peki, bu kadar “06” plaka ne arıyor, bisürü aracın plakası ya 06 yada 34. Bunlar sivil plaka takmış resmî araba mı, diyecek oldum,

“Onların çoğu Diyarbakırlıların arabasıdır. Kayseri’nin ötesinde 21 plakayla (Diyarbakır plakası) dolaşmak tatsızdır. Mesela Bodrum yada Marmaris’te lastiğini söndürürler. İstanbul’da trafikte herkes kafasına estiği gibi kullanır, sen bir hata yapsan fena halde bağırırlar, aşağılarlar. Bizde 21 plakalı arabanı satışa çıkarsan, kimse almak istemez. Alsa da, eğer seyahat eden biriyse, önce Ankara’ya gidip plakasını değiştirir, öyle kullanır”.

En çok takıldığım şey, tren istasyonundan valiliğe giden anayolda birbiri ardına sıralanmış taklar. Üzerlerinde millî duyguları coşturacak şeyler yazıyor: “Millî Hudut Dahilinde Vatan Bir Bütündür”. “Vatan Sevgisi Ruhları Kirden Kurtaran En Kuvvetli Rüzgardır”.

Ve, her tarafta, kaçınılmaz vecize: “Ne Mutlu Türküm Diyene”.

Burada bir yıldır, Hukuk çıkışlı, Doğan Hatipoğlu adlı bir vali görevde. Daha yola çıkmadan kendisi hakkında olumlu izlenim edinmiştik. Açıkoturuma katılanların kimlik fotokopilerinin polis tarafından istendiği bildirildiğinde, Fakülte kimliklerimizi faksladık. Arkasından telefonlar: “Polis, Fakülte kimliği olmaz diyor. Nüfus cüzdanı fotokopilerini gönderin!” Vali Beye telefon ettiydik de, yolladıklarımız yeterli görüldüydü.

Halkın hepbir ağızdan bu kadar övdüğü bir vali duymadıydım. Kent son derece sakin. Baskı sayesinde değil, anlayış sayesinde galiba. Toplantılara, Demokrasi Kurultaylarına, açıkoturumlara sorunsuz izin veriliyor. Birbiriyle hiç ilgisiz, hiç anlaşamayan kesimler bitek bu valinin çok çalışkan, sakin, anlayışlı ve başarılı olduğu noktasında birleşince, gidip bir ziyaret etmek arzu ettik. O pazar günü, kapısının her zaman açık olduğu anlatılan makamında, sohbet arasında şunu da sordum:

“Kentin her yeri, batı illerimizde hiç bulunmayan vecizeler ve sloganlarla dolu. Ben Kürt kökenli olsaydım, böyle gözüme sokulur, inat yapılır gibi her yere dikilmiş bu sloganlardan etkilenirdim. Ama ulusal birlik yönünde değil, tersine tahrik olma yönünde. Acaba yanılıyor muyum?”

Vali Bey biraz durdu, “Bu tatsız bir konu”, dedi, “Bir kere konmuş. Geçenlerde Milliyet’ten Taha Akyol da geldi, aynı ‘Ben şahsen tahrik oldum’ deyimini kullandı, köşesinde yazacağını söyledi. Bu vecizeler eskimişti, bozulmuştu, kimi harfleri dökülmüştü, birara indirdik, ama…”

“Tekrar yerine koymasanız herhalde ‘Kürtçü Vali’ diye adınız çıkardı” dedim.

Sözlerim o sırada dışarıdan geçen itfaiyenin sirenlerine karıştı. Vali Bey,v”Çocuğum, hocalarımızın çaylarını tazeleyelim!” diye seslendi özel kalemine.

Ama, Kürt kökenli yurttaşlarla dolu bir kentte yapıldığını halktan duyduğunuz bazı şeyler çok cansıkıcı:

“Yakın zamanlara kadar, memur çocuklarının sünnet düğünleri olurdu, önde polis arabası en arkada panzer giderdi, ‘Kahrolsun PKK, Kahrolsun Kürtler’ diye slogan atarak dolaşırlardı”.

“Şu gördüğünüz duvarın üzerinde, memur lojmanlarının içinde ‘Türkiye Türklerindir’ yazıyordu, sonradan sildiler”.

“Geçenlerde bir komşumuzu arabasıyla dolaşırken çevirip içeri aldılar. İki gün kaldı, sonra hiç bişey demeden salıvermişler. İçerde polisler konuşurken duymuş, ‘Arabanın işi bitti, yollayın gitsin’ diyorlarmış. Operasyona giderken araba gerekmişmiş, onun için almışlar”.

Gözümle görmedim, kontrol edemedim, sadece duydum. Ama, “Şüyuu, vukuundan beterdir” (Öyle duyulması, öyle olmasından daha kötüdür) diye bir laf var mı, yok mu. Devlet, Diyarbakır’da halkın gözünde bu durumda.

Açıkoturumun yapıldığı gece, Mimarlar Derneğinde yemeğe çağrılıydık. Şarkıcı, Türkçenin yanında Kürtçe türküler de söyledi. Tercüme ettiler, “Hoşgelmişseniz. Gelişiniz başımız, gözümüz üstüne…” diyordu. PKK propagandası yapmıyordu.

Nihayet, Leyla Zana’nın Meclis’te yemin ederken o herkesi zıvanadan çıkaran Kürtçe sözleri de bunların benzeri değil miydi: “Bu yemini, Türk ve Kürt halklarının kardeşliği için ediyorum!”. Leyla Zana’yı Kürt kökenli Türkiyelilerin ulusal kahramanı yapan olaylardan biri de, bu sözleri anlamadan gösterilen o tepkiler olmasın?

Ankara-Diyarbakır uçağındaki o nazik hostes, Diyarbakır’a tekerlekler değdikten biraz sonra yukarıdan paltosunu almaya kalkanları, bir örneğini yıllar önce Münih’e işçi uçağıyla giderken gördüğüm bir şirretlikle, “Oturun çabuk yerinize! Oturun dedim! Daha ışıklar sönmedi!” diye azarlamasa ne olurdu ki?

Tersine, ne olurdu ki, kalkışta yapılan geleneksel anonsun Türkçesinin ardından ve İngilizcesinin önünden, “Uçağımıza hoş geldiniz, sayın yolcularımız…” sözleri bir de Kürtçe olarak hoparlörden duyulsaydı…

Türkiye’nin elektriğini ürettiği halde bir açıkoturumda üç kez elektriği kesilen bu vatan parçası başını alıp mı giderdi, yoksa daha mı yapışırdı?…

Önceki Yazı
Sonraki Yazı