Baskın Oran

Bu tv neymiş de bilememişik!

Hoca olmanın en güzel tarafı şudur: Nereye gidersen git, her yerde seni tanıyan, merhaba diyen, yardımcı olmaya çalışan öğrencilerine  rastlarsın. Ben de, bu büyük haz verici  ilgiye, yaklaşık 25 yıllık hoca ve üstelik gazete ve kitap yazarı biri olarak epey alışığımdır.

Buna rağmen, hayretten hayrete yuvarlanıyorum. Programdan iki saat önce haberdar edilerek geçen pazartesi apartopar çıktığım, üstelik de Abdurrahman Dilipak ve Mehmet Ali Birand gibi pek kimseye laf bırakmayan iki zatla birlikte olduğum bir TV programından sonra gelen telefonları her düşündüğümde,  “Bu TV neymiş de bilememişik!” diyorum.

Canlı yayından eve geldim, eşim  hemen yetiştirdi:

“Gözün aydın şekerim. Şimdiden iki tehdit telefonun var!”

Sağ olsunlar, ayrı ayrı iki kişi telefon edip, “O din düşmanını geberteceğiz” ve “Onun suratına tüküreceğiz” demişler. Hatta ikincisi,   öğrencim olduğunu söylemiş. Doğruysa, ne eğitirmişiz be!

Yattık, saat 01.30’da zır telefon. Çok kibar bir ses:

“Efendim, ben İstanbul’dan arıyorum. Ben de doçentim, ama teknik branş. Televizyonda Bosna’ya yardım etmememiz gerektiğini söylediniz, çok üzüldüm. Hayır hayır, tabii yardım etmemek değil de, hani, fiilen gidip… Rahmetli Özal ne demişti, ‘Ermenistan’a bir-iki bomba düşse ne olur ki?’ demişti. İşte o şekilde efendim. Ben böyle düşünüyorum”. Sayın Özal, size gani gani rahmetlerimi yolluyorum!

Ertesi sabah kalktık, kahvaltıyı hazırlarken gene telefon:

“Alooo! Basgın Oran beyi rica etçem! Hayırlı sabahlar Basgın Bey. Nereden mi, Antalya’dan arıyom. Dün geceki konuşmanıza, yani, çok üzüldüm. Anlıyom, anlıyom, siz hani bilimsel şeyediyonuz, bizler tabii anlamayız o gadarını, halk çocuğuyuk, ama ben size şöyle arzetçem: Dört kişi geldi, size kaldıramayacağınız  laflar söyledi. Netçeniz şimdi? Türkiyemizin durumu da budur işte!” Senin de “uluslararası ilişkiler” anlayışına kurban olam, ağam!

Tabii, bütün telefonlar “aleyhte” değil. Geri kalanların neredeyse tümü, şu veya bu biçimde kutluyor. Bursa’dan, İzmir’den, İstanbul’dan arayıp not bırakanlar, sokakta çevirip, “Sizdiniz, değil mi?” diye sorup tebrik eden mi ararsınız, kapanmış telefonumun açılması için gittiğim PTT’de, tanıyıp, kağıdımı elden takip ederek şipşak çıkartan memur mu istersiniz, gece Ankara’nın ünlü “müessese”lerinden Körfez Lokantası’ndan çıkıyoruz,  yolumuzu kesip  kartımı isteyen, “Hocam, o yobazı iyi benzettun ha!” diyen çakırkeyf bir Karadenizli vatandaş mı arzu edersiniz, TÜYAP’daki imza gününde stand önüne yığılıp tartışan, konuşmamı yetersiz gören, tebrik eden, hırsını alamayan, fena yüklenip “O adamı niye böyle konuşturdunuz!” diye hesap soran,  başka iki kişi çıkıp da “Daha ne söyleseydi? Dövecek miydi? Öteki adamın dinlemeye niyeti yok, hükümet sözcüsünün de anlamaya!” deyince beni bırakıp aralarında tartışmaya başlayanlar mı, yoksa bu arada, “Sizi televizyonda gördüm, kitaplarınızı okumaya karar verdim, acaba hangisinden başlamamı tavsiye edersiniz?” diye fikir soranlar mı istersiniz. Daha sayayım mı? Pir Sultan Abdal Derneği genel başkanından, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu genel başkanından da  bahsedeyim mi?

Galiba en unutulmayacak olanı, imza gününden eve döndüğümde telesekreterde bulduğum, sahibinin benim büyük kızımdan  altı yaş küçük olduğu anlaşılan temiz pınarlar gibi bir sesin, olabileceği kadar kibar bir üslupla bıraktığı şu mesaj:

“İyi akşamlar Sayın Oran. Şu anda niye sizi aradığımı ve kasette gereksiz bir yer işgal etme hakkını nereden aldığımı bilmiyorum. Ayrıca, bu numaranın arkadaş arayanlar için açılan 900’lü hatlardan biri olmadığını da gayet iyi biliyorum. Öyle biri olsaydım sizi aramazdım. Çünkü ben 18 yaşında bir genç kızım. Ama ben naçizane bir hayranınızım. İyi akşamlar efendim”.

İyi akşamlar, güzel kızım benim.

Bütün bunları, sırf keyif olsun diye yazmadım. Çıkaracağım sonuçlar var.

Yarın: Bosna programından çıkarılacak dersler

Önceki Yazı
Sonraki Yazı