Baskın Oran

Bodrum, bu sefer harbiden!

Bodrum, bu sefer harbiden!
Bodrum, bu sefer harbiden!

Bodrum Paşatarlası plajının iki çalışanı: Vanlı Metin ve oğlu Egecan.

Geçen haftaki “Bodrum” yazıma “Aldattın bizi!” tepkileri geldi. Eh, azcık “alümözlük” (gösterip gösterip de…) yaptığımı itiraf ederim, ama perişan bir ülkede ciddi bir adamın matrak bir yazı yazması anca bu kadar oluyor. Bugün telafi ederiz.

Daha önceki “yıllık rapor”larımı okuduysanız, benim Bodrum hayatım Ankara’dakinden çok farklı değil. Tek önemli fark, saat 17 oldu mu koruma polisi arkadaşım Adnan kapıya dayanıyor, bilgisayarı kapıyorum (Türk Dış Politikası kitabını güncellemekteyim), hemen aşağıdaki Paşatarlası plajına, Feyhan’ın yanına iniyoruz. Şezlongda bir saat kestiriş, sonra doktorun dizim açısından şart dediği yüzüş, 19’da eve dönüş, bahçeyi sulayış, duş, dipfrizde donmuş kadehlerle balkonda iki Margarita yuvarlayış (en büyük yaz lüksüm), sonra yemek, 21.30 sularında da bahçedeki kulübeme intikal.

Bak, kulübem emsalsizdir. Sıcağı geçirmez çifte tavan, tepede pervane, duvarda klima, buzdolabı, tuvalet, mutfakçık, emniyet kameraları monitörü, içinde faks, tarayıcı, fotokopi olan yazıcı (bi tek, düğme dikmesi eksik).

Metin ve oğlu Egecan

Geçen yıl da oradaydı ama, bu sezon geç açılan Paşatarlası plajında tek çalışan o kalınca kendisini esas bu yıl tanıdım: Vanlı Metin. Bu kadar çalışkan ve sevimli bir insan olabilir. “Hocam, sen çok eyi bi insansın” diyor, ben de “Asıl sen öylesin, çalışkansın, güler yüzlüsün, sağol!” diyorum ona. Geçen gün bir bira söyledim, kocaman bir kadeh de getirdi, bizzat dökmek için ısrar etti, sana hizmet şereftir deyip. Tabii ben de, “bilmukabele” anlamında, neler… Bir de oğlu var, adı Egecan, babasının kopyası. Şezlong kotarıyor, çay getiriyor, çöpleri topluyor. Babasından tek farkı, kaşla göz arasında suya! Dubalara kadar gidip geliyor, ıslak ıslak hizmete devam. Kışları Van ’a gidip orada okuyor. Sekize geçmiş.

Geçen hafta sardunyadan bahsetmiştim ya, matrak epostalar geldi bizi niye kıskandırıyorsun diye. Çiçek benim için evin mütemmim cüzü. Buradaki avantajım şu ki, pek küçük de olsa bahçem tepeleme çiçek. Dört farklı begonvil, sardunyalar, fuller, beyaz ve mavi yasemin, üç farklı renkte Japon gülü, çalı mineler, kırmızı akşamsefaları, mercanlar, mum çiçekleri… Kahvaltı sofrasına kırmızı süs biber, yeşil biber, nane yolmanın yanı sıra bir sarı bir de kırmızı Japon gülü koparırım. Gece 03 gibi yatmaya çıkarken de, zebbahlara kadar buram buram rayiha salan birkaç ful. Bu çiçekler de benim ikinci lüksüm.

Kafa hep dalgın ya, akşamüstüleri Paşatarlası’na giderken koparmayı unutuyorum bazen, yolda Adnan hatırlatınca hemen plajdaki beyaz zakkumlar yetiş imdada. Plajdaki kızın (geçen hafta anlattığım) “Allahım, bana da nasip et!”ine ve milletin “Niye bizi kıskandırıyorsun” diye dalga geçmesine gelince, eh be birader, bu kadar suhulet ve fedakarlığa bu kadarcık “cest” olsun artık. Durmadan okuyup yazmanın dışında, eve benim katkım, seyrediyorsanız, Nat. Geo. Wild’daki erkek aslanlarınki kadar…

Feyhan’dan açılmışken, birkaç gündür “Benim elimi öptüler!” deyip geziyor. Ne olmuş, şu olmuş: Mahallenin lokantası Berk’te yemişiz, ben çalışmaya dönmüşüm, Hasan’la birlikte limana yürümüşler, yolda bizim veletlerin çok takıldığı Adamik diye bir bar var oraya giriyorlar, yaş ortalaması 20, Feyhan’ı görünce bir tuhaf oluyorlar bu teyze kim diye, sonra Hasan “Annem!”diye tanıştırınca mahallenin veletleri elini öpüyorlar sıraya girip. Sonra da, nasıl şeyse, “Sandoz” ikram ediyorlar teyzelerine. Bir de ben gidip bakacağım nasıl şeydir; portakal renginde imiş.

Afto ine Bodrum!

Bu olayın tam tersini isterseniz, kendisiyle pazartesi günleri sabahın köründe (7.30 falan, bende henüz pireler uçuşurken yani) hemen yukarımızdaki semt pazarına gitmekliğiniz gerek. Mahallenin kocakarıları gelmiş alışverişe, çene yapmaya. Ellerine doğduğu Giritli kadınlar. Başlıyorlar, son heceleri hep uzatarak ve karşıki Manastır tepesinden işitilecek volümde: “Çucuğuuum! Geldin miii? Hoş geldiiiin! İyi misiiin? Evlendi mi Hasan? Neyran? Ama olmaz kiiii! Evlendirceksin! Niye evlendirmiyosuuun?” Eskiden bir de çaktırmadan benden sual eylerlerdi, artık sormuyorlar şükür.

Afto ine Bodrum. Burası Bodrum. Fakat Bodrum da Türkiye’de. Geçen gün Metin’e diyorum ki: “Duydun mu, sizin orada çok güzel şeyler oluyor, otellerde yer kalmamış, 19 Eylül’de Ahtamar kilisesindeki ayine gelecek dünya Ermenilerini Vanlılar evlerinde misafir edeceklermiş!”. Metin “Vallah duymamışem hocam, bütün gün koşturmaktan…” diyedursun, arkadaki şezlongda yatan bey hafif doğruluyor: “Beyefendi, ya başka kiliselerde de aynı şeyi tekrarlamak isterlerse?” “Ah, beyefendi, keşke öyle bir şey olsa. Türkiye düşmanları başlarını duvara vururlardı!” diyorsunuz. Galiba şaşırıyor, sonra artık nasıl bir ilişki kuruyorsa: “Ben bir asker çocuğu olarak çok uzun yıllar doğuda bulundum. Hiç Türk-Kürt ayrımı yapıldığını görmedim”. Ben böyle şeylere sazan gibi atlarım tabiatım icabı, ama Feyhan, yine tabiatı icabı, benden önce davranıyor: “Ben bir çay söyleyeceğim Egecan’a, sen de bir soğuk soda içer miydin?” Geçen gün yine birisi ne dedi biliyor musunuz, “Öyle ama, Kürtler de cumhurbaşkanı bile olabiliyorlar!” dedi…

Geçen gün bir yemeğe davetliydik, karşımdaki anlatıyor: “Bizim komşulardan biri Yahudi. Onlara geçen gün dedim ki, bu Mavi Marmara yüzünden bir saldırı falan olursa sizin eve, hemen bize sığınabilirsiniz, dedim”. Bilmiyorum, bu işler hep beni mi bulur ama, masadan bir hanım söze giriyor: “Bu gidişle biz onlara sığınacağız vallahi!” Feyhan’ın derhal atılıp “Ben hiç böyle lezzetli tandır yemedim; di mi Baskın?” demesine aldıramayacağım bu sefer: “Hanımefendi, tam anlayamadım, 72 milyon nasıl olup da 20 bin’in evine sığınıyor?” Cevap, biraz tereddütten sonra: “Amerika’daki Yahudi lobisi o kadar güçlüymüş, o kadar güçlüymüş ki, ondan olabilir”.

“Dikkatli konuşalım!”

Aman, boşverin Türkiye’yi; biz Bodrum’umuza dönelim. Berk’ten başka çok sevdiğimiz The Garden’da otururken bir sayısal lotocu geliyor: “Bilmem kaç trilyon için son beş bilet!” diyor. “Kardeşim, ben çok zenginim, paraya ihtiyacım yok” diyorum. Oğlan pişkin: “O zaman birazını bize ver abi” diyor. Ciddileşiyorum: “Sen komünist misin?” Fena şaşalıyor, biraz tereddütten sonra toparlıyor: “Elhamdülllah Müslümanız abi!”Evin yokuşunun hemen dibinde, Mavi’deyiz. Son derece hoş, kaliteli müzik yapar. Bu geceki dinleyici profili her zamanki orta yaş emsali değil de, hani 20 ortalama gibi ve çoğu kız. Ortak özellik: Bir elde kadeh ve cigara, öbür elde sürekli tuşlanan cep telefonu. Biraz sonra öğreniyoruz: Kenan Doğulu geç vakit buraya uğrayabilir imiş; özellikle yanımızdaki iki uzun masa onu beklermiş. Feyhan kulağıma eğiliyor, “Bu masalarda hesabı şu oğlan verecek” diyor. “Nereden anlaşılıyor, bana da öğret?” diyorum, “Kızlar onun yanına oturmak için birbirini yiyor” diyor.

Dedim ya, bellek sıfır, not alıyorum bunları. Bir kız, yine öğreniyorum, yanındakine eğilmiş: “Dikkatli konuşalım gazeteciler var” demiş. Tepsiyle kadehlerin biri gidiyor biri geliyor: Kokteyl, tekila şat, sandoz, arada başka. “Para babası” oğlan masadan kalkıyor, öbür masaya gidiyor: “Bakın kızlar, biraz sonra öbür masadaki kızların hepsini fahişeye çevirecem”. Kahkahalar.

Zeki Müren’in evi

Bu gece çok hovardalık yaptık. Yatma vaktidir. Sabah gazete almaya giderken alttaki komşu seslenir yine: “Baskın bey, dün yine dört kere geldiler, altı ev aşağıdadır dedim!” Kim gelmiş, “Rahmetli buraya mı park ederdi? Evi gezebilir miyiz?” diyenler gelmiş. Çünkü kapının önüne “Z. Müren Cad. no. 29” diye, araba plakamı da ihtiva eden bir saksı koymuşum, park edilmesin diye. Komşu daha önceki konuşmalarımızdan talimli: “Aziz Nesin haklıymış” diyor…

Önceki Yazı
Sonraki Yazı