Bayern’deki (Bavyera) bir okuyucumdan mektup aldım.
Bana genellikle gelen mektuplar gibi değil. Küfür falan etmiyor. Eleştiriyi yalnızca yermek olarak anlamıyor. Son derece efendi üsluplu, kibar, bilgi verici ve sorgulayıcı. Kendisine doğrudan cevap fakslamayı denedim, faksının üzerindeki numara çok eksik gibi göründü ve zaten tutmadı.
Kendisiyle görüşüp izin alamadığım için adını vermiyorum ve kendisine buradan cevap yazıyorum. Ama, konuyu anlayabilmeniz için, mektubunu mealen ve kısaca aşağıda özetliyorum.
* * * * * *
Uzun yıllardır burada yaşıyorum. Bayernliler, Almanlardan çok farklı bir kökendendir ve çok farklı bir dilleri (Bayeriş) vardır. Ama sorulduğunda, ‘Bayernliyim demezler, ‘Almanım’ derler. Bayeriş tedrisat yapan okul yoktur. Konuşulan, öğrenilen, öğretilen dil yalnızca Almanca’dır.
Şimdi gelelim benim kendisine yazdıklarımın kısa bir özetine.
* * * * * *
1) B. Avrupa’da ulus, 12-16. yüzyıllar arasında oluştu. Bu süreç içinde ticaret, feodal beyin “malikâne”si sınırlarını artık çok çok aşan bir ekonomik pazaryerinin en ücra köşelerine kadar gitti ve önce ortak dil’i, sonra da kaçınılmaz olarak ortak duygu’yu peşinden sürükledi.
Bunun ardından, 16.-18. yüzyıllar arasında yavaş yavaş milliyetçilik ideolojisi oluştu ve ortak duyguları ortak sınırlar içinde daha da pekiştirdi.
Sürecin bu kadar “sindire sindire” uzun olması tabii ki ulus’u kuran burjuvazinin çok rahat iş görmesine ve bu işi çok sağlam yapmasına yol açtı.
Buna bir de, 1490’lar (birinci küreselleşme) ve 1890’lar (ikinci küreselleşme, “emperyalizm”) ertesinde tüm dünyaya yayılarak baklava tepsisini (işçi sınıfına da pay dağıtabilecek şekilde) genişletmiş olmanın getirdiği avantajı eklersek, rahatlığın boyutunu daha kolay algılayabiliriz.
Almanya için bu süreler biraz değişiktir ama, Alman ulusu daha devletini kurmadan pazaryerini ve ekonomik birliğini kurmuştu: Zollverein. Tabii ki bu gönençli durumda Bavyeralı köylünün Almanlık ve Almanca konusunda fazla bir sorunu olmadı. Çünkü daha cemaat düzeyindeyken, doğal süreç içinde farkına bile varmadan uluslaşmış ve Almanlaşmıştı.
Oysa, Türkiye’de (ve Osmanlı’da) milliyetçilik, ulus kavramı daha hiçbir biçimde ortada yokken, yalnızca bir tür cemaatler konfederasyonu (“Millet Sistemi”) varken, taa 20. yüzyılın başında bir öykünme sonucu doğdu ve ancak 1920’lerde, hatta 30’larda ulus’u yoktan var etmeye girişti. Dolayısıyla, bir ters oluşum, bir zorlama, bir yapaylık söz konusudur.
Tabii, böyle bir durumda Güneydoğu köylüsü hiçbir zaman ortak bir ekonomik pazaryerinin yaratacağı ortak duyguyu paylaşmadı. Buna, II. Mahmut’un yarı-özerk Kürt beyliklerini İstanbul’a bağlama çabalarına karşı tepki olarak 1806’dan itibaren ortaya çıkan Kürt bey isyanlarını ve onların 1880’den itibaren devamı olan -ki 1925 de bir anlamda bunların sonuncusudur- Şeyh isyanlarını da hesaba katarsak, tablo daha da zorlaşır. Doğu’nun mahrumiyetleri de cabası.
Sonuç olarak ve basit bir deyimle, Çokoprens Silvan’a 1970 yada 80’lerde ulaştığında (yani ulusal pazaryeri kurulduğunda), Kürt milliyetçilik bilinci çoktan doğmuştu, hatta gelişmişti. Çünkü feodal yapılar en geç 1950’lerin sonunda çatlamıştı. (Hayrettir ama, Sayın Ecevit, bugün bile, Kürt milliyetçiliğinin feodalizm yüzünden olduğunu sanıyor. Ters anlamak bu kadar olabilir!)
2) Bavyeralıların “Bayeriş” dilinde eğitim görmek istemediklerini belirtmeniz çok önemli. Fakat, bir de istemekte olduklarını ve verilmediğini düşünün. Almanya’da, en azından Bavyera’da huzur ne olurdu?
Diğer yandan, bugün Türkiye’deki Kürt kökenliler, Bavyeralıların aksine, Kürtçe dersler, TV, radyo istiyorlar. Yazımda, bu istekleri yasaklamanın sonuçlarını yaşadığımızı söylemek istedim. PKK’nin en başarılı propaganda malzemesi Kürtçe’nin yasaklanmış olması değil miydi?
Diğer yandan, bir de yasaklanmadığını düşününüz. Ne olurdu? Türk ana-babaların çocuklarını İngilizce okullara göndermek için varlarını yoklarını verdikleri bir küreselleşme ortamında, acaba Kürt kökenli ana-babalar çocuklarını Kürtçe okula yollamak için varlarını yoklarını verirler miydi? Yoksa, bu çocuk yarın öbürgün nasıl ekmek parası kazanacak, mı derlerdi?
Kürtçe kasetler yasaklandığı zaman yok satıyordu. Şimdi?
Çok doğru olarak buyurduğunuz gibi, “Hamburg’da cadde ortasında bağıra-çağıra Bayeriş konuşan agresif bir Bayernli’ye rastlayamazsınız ama, mesela İzmir caddeleri bağıra-çağıra Kürtçe konuşan”larla dolu. Ama, bu iki durumun da ayrı ayrı (ve çok açık) nedenleri üzerinde ikimiz de oydaşma içindeyiz, öyle değil mi?
Yine buyurduğunuz gibi, bu insanlar sorulduğunda “Ben Türk’üm demeye, resmî dil Türkçe’yi de ‘Batılı bir Türk’ gibi konuşmaya-yazmaya-kullanmaya mecburdur” ama, küreselleşme doğal olarak zorladığı için mecburdur.
Devlet zorladığı zaman, bu doğal süreç ancak uzuyor ve çok acılanıyor. Yazımda bunu anlatmak istiyordum.