Türkiye’de herkes “çekip gitsin” dediği halde, Çekiç Güç’ün atılamaması, yalnızca ABD karşısında elimizin mahkum oluşundan ileri gelmiyor.
Dış politikada daha nice şeyleri niye yapamıyorsak, Çekiç Güç’ü de asıl o yüzden atamıyoruz: Kürt Sorununu bu hale getirmiş olmak her yerde elimizi kolumuzu bağlıyor. Bizi yalnız ABD’ye değil, yedi düvele mecbur hale getiriyor.
Türkiye’nin mecburiyeti yalnızca ABD’ye değil ki!
DEP’lilerin o inanılmaz “operasyon”la dokunulmazlıklarının kaldırılıp, TBMM’nin kuşatılıp, bir de enselerinden tutulup içeri atılması üzerine Avrupa Parlamentosu, Türkiye dış politika tarihinde eşi menendi görülmemiş skorda bir oylama yaptı. 3’e karşı 212 oyla Türkiye’yi kınadı. Kıbrıs konusundaki o ünlü 18 Aralık 1965 Birleşmiş Milletler oylamasının skoru bile bu kadar kötü değildi.
Biz de kalktık, gönderdikleri gözlemcinin dönüşünü bile beklemeden ve (sanki mecburlarmış gibi) Türkiye’nin diplomatik temsilciliklerine başvurmadan nasıl peşinen karar verdiklerini ballandıra ballandıra hikaye ederek, bize nasıl haksızlık yapıldığını birbirimize anlattık.
Bu arada, Kohl’ün telefonu açıp Demirel’le konuşmasını, Alman şansölyesinin “Madam’ın etkisi altında olması”yla yorumlamayı bile ihmal etmedik.
Peki, dışımızdan söylemesek bile, acaba içimizden şunlar geçmedi mi:
1) Biz bu adamların kapısında “Ne olur, bizi de Batı Kulübüne alın!” diye 30 yıldır yalvararak bekliyoruz. Şimdi, nasıl kalkıp da, “Bu Çekiç Güç benim onuruma dokunuyor, çek askerini buradan!” diyeceksin?
2) Kürtler, bizim insanımız. Eğer kapitülasyon dönemindeki gibi yabancılara ayrıcalıklı muamele istemi söz konusu olsaydı, “İçişlerimize müdahale ettirmeyiz” demenin bir anlamı olurdu. Ama, bu adamların bizden bekledikleri, tam tersi. Yani, kendi insanımıza adam muamelesi yapmamız. Biz kendi insanımıza adam muamelesi yapmazsak, başkalarının bize adam muamelesi yapmasını nasıl isteriz?
Çekiç Güç’ün gitmesini isteyenler, bu arada da her dönemde dokunulmazlık kaldırma başkahramanlarından Coşkun Kırca (kendisi, ayrıca, Azerbaycan’a ve Musul-Kerkük’e fiilen müdahale yanlısıdır), K.Irak’daki devriye görevini bizzat Türkiye’nin üstlenmesini öneriyorlar. Bu insan hakları geçmişiyle Türkiye, Batılılara “Sen çek git, K.Irak Kürtlerini ben korurum” mu diyecek?
Batılılar kalkıp da, “Sen kendi Kürt kökenli halkını koru önce!” derlerse, korucu ailelerinin durmadan kadınlı-çocuklu, onar-yirmişer öldürüldüğü bir Türkiye acaba ne cevap verecek?
3) Çekiç Güç, gerçekten, Irak’ın toprak bütünlüğünü ihlal ediyor. Gerçekten, orada fiili bir Kürt devleti kurulmasının başlıca etmeni oldu.
Ama Türkiye, bu toprak bütünlüğü ihlalini ileri sürer de Çekiç Güç’e itiraz ederse, PKK’ya karşı işbirliği yapıyorlar diye, Barzani ve Talabani’yle arası en iyi ülkelerin başında Türkiye’nin geldiğini söyleyip, bunun ne biçim “Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak” olduğunu bize sormazlar mı?
Görülüyor ki, bütün bunlar, kendi topraklarımız içindeki Kürt Sorununa yalnızca askerî çözüm önermekten, gerçekleri görmeye hiç yanaşmamaktan geliyor. Çekiç Güç konusundaki bu durum, işin kötüsü, tüm dış politika sorunlarımız için söz konusu oluyor.
Yarın: “İçişlerimize müdahale ettirmeyük!” demekle iş bitmiyor