1964’te Mülkiye için Ankara’ya göçünce, 1955 mezunu abim uyardı: “Okulda çeşitli gruplar vardır; Eskişehirliler, İstanbullular, Adanalılar, falan. Uzak dur”. Bir baktım ki, çeşitli gruplar falan yok. Sol var, sağ var. Sola girdim.
O zaman tabii ki farkında değilim, iki sebepten girdim: 1) Sol dediğimiz; Kıbrıs meselesiydi, Amerikan üsleriydi, toprak reformuydu. Yani sol Kemalist milliyetçilikti. Zaten beşikten itibaren damardan alageldiğimizdi. 2) Sol dediğimiz, ezilmiş ve dışlanmış insanların hakkını arıyordu: Köylüler ve işçiler. İnsanlık, damarımızda akagelmiş olandı.
Bu “doğal” bağlar kuruladursun, Marksizm’in temel sınıfsal ve diyalektik yaklaşımı ufkumuzu açıyordu. Olup bitenlere sınıf açısından bakmazsan tablo anlaşılmıyordu. Diyalektik ise, iyi olsun kötü olsun her şeyin kendi zıddını doğurduğunu öğretiyordu ki bunu bilmek fazla sevinip şımarmayı ve fazla üzülüp teslim olmayı engelliyordu.
İşte bu 1960’ların ardından 1970’lere vardığımızda, ezilmişler ve dışlanmışlar kategorisine bir unsur eklemlendi: Kürtler. Ama Kemalizm’le arası biraz şekerrenk olduğu için ona alışmam mesai gerektirdi.
Kemalizm’den İnsan’a
Alın size enfes bir diyalektik örneği, “Kemalizm” adına yapılan 12 Mart ve 12 Eylül’ün yarattığı cehennem bizi kendimize getirdi. Her iki lafından biri ‘Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü’ olanların derdinin hep hükmetmek ve bunun için de insan unsurunu tahrip etmek olduğunu görünce, 1920’lerde Türkiye’yi yarı-feodal bir imparatorluktan modern ulus-devlete başarıyla taşımış olan Kemalizm üzerinde düşünmeye başladık. Diğer bir deyişle, beni Mülkiye’de solcu yapan iki temel sebebin ikincisi, yani insancıllık, birincisini sorgulamaya girişti.
O zaman fark ettik ki o “modern ulus-devlet”in tanımı şundan ibarettir: Milletini tek bir etnik kimlikten ibaret sayan devlet türü. Gerçeğin böyle olmadığını bildiği için de, asimile edemeyeceği unsura (gayrimüslimlere) dinsel ayrımcılık, asimile etmeyi gözünün kestiğine de (Müslüman etnik gruplara) etnik asimilasyon uygulayan devlet türü.
Böylece gözümüz, sosyalizmin ve Kürtlerin yanı sıra 1980 ve 90’larda görünür hale gelen yeni ezilmişlik ve dışlanmışlık kategorilerini de fark etmeye başladı: 1) Etnik-kültürel kimlikler (Çerkesler, Çingeneler, vb.); 2) Dinsel/inançsal/ideolojik kimlikler (Aleviler, gayrimüslimler, İslamcılar, ateistler, vicdani retçiler, vb.); 3) Cinsel kimlikler (kadınlar, eşcinseller, vb.).; 4) Sosyo-ekonomik tabakalar (işsizler, yoksullar, çalışan çocuklar, yaşlılar, sakatlar, vb.). Bunlar, yatay olan sınıfsal kategorileri dikine kesiyorlardı.
AKP iktidarı
Saint Joseph’te okudum. Kaliforniya’da okudum. Babam CHP milletvekilliği yapmıştı. Yaradandan bahseder gibi huşuyla bahsederdi Atatürk’ten. 1950’de gelen DP radyodan mevlit okuttuğunda derhal gürlerdi: “Kapat şunu!”. Hemen çıt, kapatırdık; zaten o demese de. Demem o ki, tabii ki tepeden tırnağa Batıcı yetiştim; bunu söylemek bile fuzuli. “Askerî muhtıralara karşıyım, AKP’nin kapatılmasına karşıyım, ulusalcılara karşıyım” demek nasıl fuzuliyse, aynen. Ama, CHP/ulusalcılık diye beyin-oyan bir migren varken AKP diye bir baş ağrısı benim için sonraki sorundu. Öncelikli olan, kendilerini önemli hissettiren devlet’i aynı tutmak uğruna millet’i ve hatta birey’i tahrip eden zihniyettekilerle mücadele etmekti.
İnsan’ı yok etmek açısından ulusalcılık veya din birbiriyle yarışır. Birinde devlet ezer, öbüründe cemaat. Ama dahası var: Görmüyor musunuz ki bu iki zıt ideolojiden birincisi, ikinciyi omuzlara aldı? Söyleyiniz bana, AKP’yi kim büyüterek iktidara taşıdı CHP kafasından başka? Üniversiteye giden türbanlı kızlar bir avuçtan ibaretti; ruh gibiydiler. Kim onları görünür kıldı ve devleştirdi İstanbul Üniversitesi’nin pek-Kemalist/ulusalcı rektörü Kemal Alemdaroğlu’ndan başka?
Söyleyin bana, laikliği dinden beter hale getirenlere karşı gelişen kitlesel tepki taşımadı da kim taşıdı AKP’yi iktidara? Dinci parti oyları her askerî darbe ve muhtıradan sonra tavan yapmadı mı? Yapmayacak mı? Ulusalcı ideoloji PKK’yı nasıl yaratıp büyüttüyse, AKP’yi de aynen öyle yaptı. Utansın, bizi AKP’ye mahkum ettiği için. Kaldı ki, dürüst olalım, AKP 2002 sonunda iktidara geldiğinden 2004 sonuna kadar insan hakları alanında çok iyi bir performans gösterdi.
Ama sonra AKP ne oldu? Ne olacak, yarısı tava yarısı ızgara oldu:
1) Ödü koptu: Ulus-devleti demokratik devlete dönüştürmeye çalışan AB reformlarının yarattığı ulusalcı tepkiyi görünce yüzgeri etti. 301 zavallılığı bunun simgesidir. Şimdi kendini bir daha aşmaya çalışıyor: Bizzat kendisi kapatılmak istenirken DTP’nin kapatılmasına çanak tuttu, tutuyor.
2) Sınıfsal niteliği sırıttı: Bir kere, o sefil kasaba kültürü kendini her yere bulaştırmaya soyundu. İl merkezlerinde bile içkili restoran bırakmamayı marifet sayan bir terör estirmeye başladı.
İkincisi, esnaf tabakasının işçilere duyduğu sınıfsal tiksinti, “Ayak takımı” zavallılığından sonra bir de 1 Mayıs rezaletinde arzı endam etti. “Polis terörü” diyoruz. “Ne pahasına olursa olsun işçilerin Taksim’e çıkmasını önleyeceksiniz!” diye kim emir verdi böyle şeylere zaten teşne olan polise? Kim tutuyor Celalettin Cerrah’ı ve İstanbul Valisi’ni hâlâ orada?
AKP özgürlük militanı değildi. AKP ilericilik simgesi değildi. Fakat, 1930’larda ilerici olup da 2000’lerde sapına kadar gerici olan ‘ulusalcılık’tan ilericiydi. Bu işler böyledir efendim; baştan sona görelidir. Bizi AKP’ye mahkum edenler utansın.
Bitmedi. AKP’nin bu kadar çabuk korkacağını beklemedik ama, beklesek ne olacaktı ki? Tek yasal alternatif CHP gibi bir zihniyet ve onun 1930’ları savunan “ulusalcı muhalefet”i iken? Sınıfsal niteliğin sonunda sırıtacağını biliyorduk da ne fark etti? Bir kasabalının burjuva olabilmesi için birden fazla kuşak geçmesi gerektiğini öğrenmiştik ama bu G. Mendel’in bezelye deneyi değil ki birader, kuşakları hızlı geçirelim.
“Marksistler”le tartışmak
Bu arada, kendilerini “Marksist” olarak tanımlayan bazıları ne yaptılar? Söyleyeyim: İnsan’ı devletten ve cemaatten kurtarmaya çalışan Bağımsız Sol Adaycıların zaten sınırlı olan oylarını tırtıklamaya çalıştılar. 2007 seçim kampanyasında TKP’den ve kendini devrimci sol olarak tanımlayıp “küçük olsun benim olsun” diyen cemaatlerden çektiğimizi nasırımızdan çekmedik. Allah hepsine selamet versin. “Bağımsız Sol Aday Kampanyası”nı kitap olarak yayınladığımızda ortaya çıkar.
Ben Marksizm’le ne diye tartışayım, anlamadım. Marksizm’in sınıfsal ve diyalektik yaklaşımı benim temel dünya görüşüm. Ama, aynen 1930’lara kazık kakmış Kemalistler gibi kimi Marksistler de 1970’lere kazık kaktıkça, yeni ezilmişlik ve dışlanmışlık kategorilerini görmezden gelip sadece iman tazeledikçe, ben onlarla neyi tartışacağım?
Yine de, 1970’lere göre bir iyileşme yok değil. O zamanlar, Samim Akgönül hatırlattı, “Kokakola içtin, ‘özeleştirini çek’!” denirdi; şimdi “özeleştiri yapmaya davet” geliyor.