Geçtiğimiz cumartesi İstanbul’da bir yuvarlak masa toplantısına katıldım. Konuşmacılardan biri olarak söylediklerimi, kendi dallarındaki uzmanlıklarıyla tanınmış tartışmacılardan üç tanesi sorguladı. Bu eleştirileri ve verdiğim cevapları aşağıya mealen özetliyorum.
1) İlk eleştiri, üslubum ve yaklaşımım üzerineydi: “Böyle bir toplantıda, konuşma sırasında ‘Yerli Amerikalılar’ diye bir terim kullanmak şık değil; tartışmayı sert zemine çeker. Üstelik, bu yaklaşım infiratçılık, Üçüncü Dünyacılık, hatta maceracılık çağrıştırıyor”. Buna karşı söylediğim şuydu:
Üslup konusundan başlayayım: Tezkerenin Meclis’te reddi üzerine bir gazetecimiz kalkıyor, “Amerika’yı kızdırdınız, şimdi bakın o size neler yapacak” diyor. En önemli gazetemizin genel yayın müdürü kalkıyor, zerre kadar sıkılmadan, “Apo’yu bize veren devlete bu yapılır mıydı!” diyor. Eğer ben bunlara kalkıp da yalnızca “Yerli Amerikalılar” demekle yetinmişsem, ayakları daha yere basan bir niteleme sıfatı kullanmamışsam, aile terbiyemin izin vermemesindendir.
Diğer yandan, biz bu ülkede net konuşmamak’la kibarlık’ı, net konuşmak’la da kabalık’ı birbirine karıştırıyor olmayalım? Bakın örnek vereyim: kapitalizm deyince kabalık, “piyasa ekonomisi” deyince kibarlık oluyor. Propaganda deyince kabalık, “kamu diplomasisi” deyince kibarlık. Saldırıya Hayır deyince kabalık, “Üçüncü Dünyacılık” deyince kibarlık. Yerli Amerikalılar deyince kabalık, “ABD’nin politikasına kulak vermek gerektiğini düşünenler” deyince kibarlık.
İnfiratçılık, Üçüncü Dünyacılık, vs. konusuna gelince: Biz burada, 21. yüzyılda zuhur eden bir 19. yüzyıl emperyalizmini teşhir ediyoruz. Üçüncü Dünyacılık diye bir seçenek çıktı da haberimiz mi yok, ne Üçüncü Dünyacılığı? Allahtan SSCB dağılmış, yoksa emperyalizme karşı çıkarken bir de komünistlikle suçlanırdık. İkinci Dünya Savaşı belasında bile infiratçı olmak mümkün değildi; küreselleşme döneminde mi mümkün olacak?
Tabii, bugünkü ortamda kimin “Maceracı” ve kimin “Sağlamcı” gözüktüğü konusunda ne diyorsunuz, bunu da ayrıca dinlemek isterim.
2) İkinci eleştiri, hükümetin politikasını yorumlayışım üzerineydi: “1 Mart tezkeresinin Meclis’te reddi, bir kazadır. Hükümet tam bir kararsızlık ve şaşkınlık içindedir”.
Efendim, bu nasıl kaza? Adamlar grubu serbest bırakıyorlar, üstelik bir de gizli oylama yaptırıyorlar. Bu arada da Başbakan Gül ABD’yi kastederek “Artık bu kadar baskı yeter!” diyor. TBMM Başkanı Arınç, tam hükümetin konuyu görüşeceği gün “Anayasa’nın 92. maddesi gereğince uluslararası meşruiyet gerekli, BM kararını bekleyin!” diye uyarıyor. Cumhurbaşkanı demeç veriyor: “Tezkere TBMM’ye geldikten sonra benim ne düşündüğümün hiçbir önemi kalmaz”. Kabinenin içinden Bakan Yalçınbayır çıkıyor, “Meclis’te oy vermeyebilirim. Bu kararın Meclis’ten çıkmayacağını umut ediyorum” diyor. Daha ne yapılması gerekiyordu ki kaza olarak yorumlanmasın?
Hadi, kararsızlık diyelim. Bu ne güzel bir kararsızlıktır, hiç düşündünüz mü? Çünkü kararlılık olsaydı, ABD’nin istediğine evet çıkardı. Düşünün bir: Dışta ABD, içte TÜSİAD bastırıyor; ikisi de deve dişi gibi! Şaşkınlıksa, Allah o şaşkınlıktan razı olsun; Türkiye’yi ne beladan kurtarmış olduğunu sanırım şu anda daha iyi takdir ediyoruz.
3) Üçüncü eleştiri, Irak’ın kuzeyine girmeyişimiz konusundaydı: “Oraya girmeyişimiz yüzünden, şimdi Kürtler ABD’yle birlikte yürüyorlar. Oysa, biz yürüyor olacaktık”.
Yürümekten kasıt, nereye, quo vadis? İran’dan AB’ye ve ABD’ye doksan dokuz düvelin karşı çıktığı bir durumda nereye yürüyecektik, bu bir. İkincisi, ne kadar kalacağız, ne zaman çıkacağız? Adamlar diyorlar ki, Kıbrıs’a bir girdiniz 30 yıldır çıkmadınız. Dahası, ABD girince saldırı oluyor ama biz girince meşru. Sonra, oradaki askerimize iki havan mermisi isabet etse, derhal karşılık mı vereceğiz yoksa sineye mi çekeceğiz; sakal-bıyık durumları olmayacak mı? Kendi Kürtlerimizle didişmeyi PKK terörüyle izah etmek kolaydı; ama başkasının Kürtlerine karışmayı neyle izah edeceğiz? Hepsini bırak, girip de ABD’nin iki dudağı arasındaki bir Kürt federe devletini yabancı toprakta neyle engelleyeceğiz? ABD Saddam’ı Kürtlerin yardımı olmadan düşüremeyeceğini hesaplamışken, neyi engelliyoruz? Biz o bataklığa girseydik asıl o zaman oranın Kürtlerini ABD’nin kucağına itmiş olacaktık. Tabii, kendi Kürtlerimizi de PKK’nın kucağına; hiç düşünmüş müydünüz?
Hani, bir “Allah korusun ya gözüne gireydi” fıkrası vardır ya, siz şükrediniz ki AKP iktidardaydı da CHP değildi. Çünkü D.Baykal “Irak’a onbinler sokmamız lazımdı” dedi.
Tabii, hiçbir şey yapamamak üzere Irak’ın kuzeyine girebilmemiz için istenen fiyatı da ödemiş olacağımızı hesaba lütfen katalım: ABD’nin hukuk ve ahlak dışı saldırısına topraklarımızı çarşaf gibi açacaktık.
Toplantıda daha birçok şey konuşuldu. Beyin fırtınası. Ama sonuç hep aynı sonuç: Türkiye bu Kürt sorununu içte halletmeden, dış politika yürütemez. Hassas karnınıza basıverirler, fevkalade heyecanlanır ve tahrik olursunuz, provokasyona gelirsiniz, isteyenin istediğini yapmaya koyulursunuz. “Iraklı Kürtler” (onlar her kimlerse çünkü bunu yapmak için Barzani’nin askerleriyle çatıştılar) 3 Mart’ta Türk bayrağına tükürünce Genelkurmay Başkanı Özkök’ün 5 Mart’ta gösterdiği tepkiyi gösteriverirsiniz: “Savaşanlara yardımcı olmalıyız!”. “Dostlarımız” için Kolomb’un Yumurtası kadar basit ve verimli, enfes bir politika bu.
Not: Bush’un bize durup dururken 1 milyar dolar hibe (veya 8,5 milyar dolar kredi) vermek istemesinin kokusu çıkmaya başladı. Powell geldi. Şimdilik önerisi: “Bu parayı verelim, Kıbrıs’ta da yardımcı olalım, Irak imarından da bişeyler verelim, insani malzememizi Irak’a sınırdan geçirmemize izin verin“. Tabii, bunun içinde silah ve cephane de olacak. Belki, hukuken kullanılması mümkün olmayan İncirlik’i kullanma izni de isteyecek. Bütün bunlar, TBMM’nin ret kararını iptal etmek anlamında. İzin verirsek, “Koalisyon”a yani ahlaksız saldırıya dahil olacağız. Zaten, Powell bunu telaffuz etti bile! Hadi hayırlısı…