Baskın Oran

Yarın gene utanacağız

O gece korktuğum kadar, hayatımda hiç korkmadım.

On yaşındaydım. Şimdi yerinde koskoca bir blok apartman yükselen, Alsancak’ın (İzmir) Ünivar Açıkhava Sinemasındayız. Gary Cooper’ın “Kahraman Şerif”i oynuyor. Filmin sonuna doğru Kordon tarafından karmakarışık bağrışmalar geldi. Çıktık, baktık. Kordon’daki Yunan Başkonsolosluğu yanıyordu.

Hemen yakındaki evimize seyirttik. Aradan bir saat geçti geçmedi, yağmacı güruh elinde sopalar ve meşalelerle sökün etti. Alsancak’ta o zamanlar gayrı müslim çok. Babam mahallede tanınmış, yaşlı ve çok otoriter bir avukattı. İkinci Kordon’dakilerin hepsi bizim eve sığındılar.  Güruh duymuş olacak, civardaki gayrı müslim evlerini tahrip (ve talan) ettikten sonra bizim evin önünde toplandı. “Buradalarmış!” diye bağrışıyorlardı. Eve girdiler, girecekler.

Babamın, evde her zaman giydiği çubuklu pijamalarla, ağzı sinirden   köpükler saçarak kapının önüne fırladığını ve:

“Burası Türk evi. Dağılın lan bakayım, sizi keratalar!” diye kükrediğini şu anda anımsarken hâlâ titremeler duyuyorum.

O kıro güruhu, süt dökmüş kedi gibi bilmemne olup dağıldıydı. Dağılmasaydı ne olurdu? Babamı (ve sonra da evin içinde titreşen onlarca insanı, bizi) linç ederler miydi? Nereden bileyim.

Bugün bildiğim (ama, iyi bildiğim) bişey varsa, Türk tarihinin en kara sayfasını oluşturan bu olayın, 6-7 Eylül 1955 olaylarının, o gün bu gün, Türkiye’yi hem tüm dünyanın, hem de onurlu Türkiyeli insanın gözünde rezil rüsva eylediğidir.

O gün 1955’di, bugün 95. Olayın üzerinden tam kırk yıl geçmiş. Artık 6-7 Eylül rezaleti için yapacak bişey yok. Ama, Türkiye’yi bundan kırk yıl sonra rezil rüsva edecek şeyler, farkında olun olmayın, şu anda da cereyan ediyor. Kırk yıl sonra farkına varacağımıza bugün varalım, ikide bir Türkiye’deki gayrı müslimlerin durumunu yazıp duruşumun nedeni budur.

Türkiye’de devletin kimi kurumlarındaki kimi bölümler şu günlerde İstanbul’daki Ermeni yurttaşlarımıza “takmış” durumda. Ne istiyorlar, belli değil. Ama şu günden kırk yıl sonra bile Türkiye’yi rezil edecekleri kesin.

Lozan Antlaşmasının 37 ilâ 41 ve 44. maddelerine rağmen, Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu, Ermeni okullarında Ermenice eğitim yapılmasını yasaklamıştı. Kamuoyunun tepkisiyle tükürdüklerini yaladılar. Hem bakanlıklarını, hem tüm Türkiye’yi rezil ettikleriyle kaldılar.

Şu günlerde de, Milli Eğitim Bakanlığı, Ermeni okullarında okuyan çocukların kaydını sildirme olayını gene hortlattı. Hortlattı diyorum, çünkü “Senin deden Ermeni değilmiş, sen de değilsin, demek ki Ermeni okuluna devam edemezsin” gülünçlüğü birara gene vardı, “Söz” dergisinden okuduğumuza göre gene vizyona sokuldu.

Bir de, Ermeni vatandaşlarımızın Erivan’daki başpatrik seçimine gönderilmemeleri olayı çıktı başımıza. Ben de birçok gazeteci arkadaşla birlikte yazdım, 18 Şubat tarihli Aydınlık’ta çıktı. Yalnız, bazı şeyleri, yanlış yazmışım. İstanbul Ermeni Patrikhanesinden doğrusunu anlattılar. Ben bu konuları Türkiye’nin en önemli işlerinin başında sayıyorum. Bir ulus, azınlıklarına insan muamelesi yaptığı ölçüde insanîdir. Yoksa, değildir.

Bu Erivan’a gönderilmeme olayının aslı şöyle:

Ermeni kilisesinde halk kendi din adamlarını  toplanıp seçiyor. Bugün dünyada, dinsel ve yönetsel hiyerarşi açısından birbirinden tamamen bağımsız,   özerk   yapıya   sahip  dört   Ermeni Patrikliği var: Eçmiazin (Ermenistan) Katoligosluğu, Beyrut Katoligosluğu, Kudüs Patrikliği, İstanbul Patrikliği.  Bunlardan Eçmiazin hariç, diğerleri dinsel önderlerinin seçimini kendi bölgelerindeki halkın ve din adamlarının katılımıyla yapıyorlar. Yalnızca Eçmiazin’deki seçimler tüm dünyadaki Ermenilerin dinadamı ve halk temsilcilerinin katılımıyla gerçekleşiyor.

İşte, Nisan’daki seçim bununla ilgili. Bizim basın (ben de dahil) Türkiye Ermenileri Patriğinin bu seçime katılımının engellendiğini yazdı ve yanlış yazdı. Ermeni Patriği ve beraberinde doğal delege sayılan din adamları heyetinin Ermenistan’a giderek seçime katılmalarının Türk makamları tarafından engellendiği doğru değil.

Ama, başka bir “doğru” var, o da şu:

Bu seçimlere din adamlarının yanısıra bir de halk temsilcileri katılacak. Patrikhane bu temsilciler Ermeni cemaati tarafından seçilmeden önce, böyle bir yasal zorunluluk olmadığı halde, sonradan bişey diyen çıkmasın diye, İstanbul Valiliğine yazılı olarak durumu bildiriyor. Seçim yapılacağını söylüyor ve iş uzamasın diye de, bikaç yıl önce Ermeni Patriği seçiminde Ermeni cemaati tarafından oluşturulan 90 kişilik delegeler meclisinin içinden 5 kişilik bir heyet seçileceğini açıklıyor.

Vay, sen misin bunu Valiliğe haber veren. İstanbul Valiliği açıyor telefonu, sözlü olarak bildiriyor ki, böyle bir seçim yapılamaz ve dolayısıyla 5 kişilik heyet Eçmiazin’e gidemez.

Gerekçe? Gerekçe hazin. “Üniter bir devlette, böyle devlet içinde devlet şeklinde bir uygulama yapılamaz”mış.

Çok yaşlı bir halam vardı, rahmetlinin adı Nigâr,  ben her gece yatmaya gönderilmeden bana bir masal anlatır, sonunu da “Vaay, benim keçi sakalım!” diye bitirirdi, masal ne olursa olsun.

Hey yavrum, hey! Demek benim Avrupalarla Gümrük Birliklerine giren sevgili üniter devletim, ülkemde kalmış kırk bin Ermeni vatandaşı  Eçmiazin’deki başpatrik seçiminde temsil edecek 5 kişiden zarar görecek hale geldi! Hem de, Hazar Petrollerinin Türkiye’den geçmesi gibi muazzam önemli bir işin Ermenistan’la anlaşmayı şart koşduğu bir dönemde!

Vaay, benim keçi sakalım, vaay!

Önceki Yazı
Sonraki Yazı