Baskın Oran

Yakından Yaşayan Bir Mülkiye Asistanının Gözünden Teoride ve Pratikte 12 Mart | Toplumsal Tarih

Toplumsal Tarih Dergisi Kapağı - Nisan 2021

BELİRLİ TOPLUMSAL KESİMLERİN ONAYINI ALMAK İÇİN REFORMCU BİR GÖRÜNTÜYLE VE BAZI MUHALİF İSİMLERİN VARLIĞIYLA TOPLUMA SUNULAN 12 MART MUHTIRASI ESASEN DOKUZ YIL SONRAKİ 12 EYLÜL 1980 DARBESİYLE KURULACAK FAŞİST REJİMİN TAM BİR KOSTÜMLÜ PROVASIYDI.

Türkiye İşçi Partisi Merkez Yönetim Kurulu Üyeleri, 4 Kasım 1966. Soldan sağa: (Ayaktakiler) Sina Pamukçu, Kemal Nebioğlu, Ali Karcı, Nihat Sargın, Behice Boran, Kemal Sülker, Salih Özkarabay, Adnan Cemgil (Oturanlar) Cemal Hakkı Selek, Mehmet Ali Aybar, Rıza Kuas

Türkiye İşçi Partisi Merkez Yönetim Kurulu Üyeleri, 4 Kasım 1966.
Soldan sağa: (Ayaktakiler) Sina Pamukçu, Kemal Nebioğlu, Ali Karcı, Nihat Sargın, Behice Boran, Kemal Sülker, Salih Özkarabay, Adnan Cemgil (Oturanlar) Cemal Hakkı Selek, Mehmet Ali Aybar, Rıza Kuas

Ben Mülkiye (SBF) 1968 mezunuyum. Yapılan sınavların sonunda 69’un ilk günü Uluslararası İlişkiler kürsüsüne asistan kabul edildim. Yani, o 12 Mart 1971 sabahı küçük abim Taşkın, yine Mülkiye mezunu bir diplomat, Bakanlık’tan telefonla aradığı sırada, doktora yapma- ya başlamış bir asistandım.
Abim çok neşeliydi: “Gözümüz aydın, reformlar başlıyor!” dedi.

O zamanlar TRT dışında radyo yok. Radyodaki haber bülteninde yayınlanan dört orgeneralin1 bildirisini ben de dinlemiştim. Ama, artık abimin söylediğinin aksini söylemek hevesinden midir, yoksa silah ve askerliğe ilişkin konulara hiç yatmayan kafamda Ordu’nun radikal ekonomik ve toplumsal reform yapması diye bir kavrama hiç yer bulunmadığından mıdır, nedir, bu müjdeyi aynı heyecanla karşılayamadım. Çok kuşkulu davrandığımı ve “Dur abi, acele etmeyelim, bakalım ne olacak” dediğimi hatırlıyorum.

Onun haklı çıkmasını, benimse yanılmış olmamı çok dilerdim ama pek öyle olmadı.

15-16 Haziran 1970 olaylarından bir çatışma enstantanesi

15-16 Haziran 1970 olaylarından bir çatışma enstantanesi

Aslında, abimin yanılması çok normaldi. Anlatayım.

Epey bir süredir Türkiye’de büyük bir toplumsal çalkantı vardı. Bu çalkantı, 27 Mayıs’tan sonra oluşan büyük bir beklentiden doğmuştu.

T.C tarihinin ilk askerî darbesi olan 27 Mayıs 1960 hareketi, çok çelişkili bir biçimde, Cumhuriyetin kuruluşundan beri ilk kez demokratik bir ortam yaratmıştı. Çünkü askerler anayasayı (1961) İstanbul ve Ankara’dan aklı başında ve ilerici üniversite hocalarına yaptırmışlardı. Mülkiye hocalarının hazırladığı taslak çok etkili olmuştu. Zaten bugüne (2021) kadar ülkenin görüp gördüğü tek demokratik anayasa da budur.

Bu durumda, her şey olmasa bile çok şey konuşulabilir olmuştu. İnsanlar, bir yandan özgürlüğü buluvermiş olmanın, bir yandan da bu şeylerin konuşulabilir olmasından önceki dönemlerin nasıl boşa geçmiş olduğunun şokuyla karşı karşıya kalmışlardı. Çok şey konuşulur olmuştu ama Türkiye’deki güç dengesinin (daha doğrusu, dengesizliğinin) TBMM’ye yansıyan fotoğrafı ortada değişen fazla bir şey olmadığını ve büyük olasılıkla da öngörülebilir bir gelecekte olmayacağını gösteriyordu.

Nitekim, 1965’te Bülent Ecevit CHP’de Ortanın Solu’nu ve “Bu Düzen Değişmelidir” sloganını ortaya attıktan sonra, deyim biraz açık-saçık olduğu için lütfen kusuruma bakmayın ama tarih yazıcılığı bunu aynen yazmamı gerektiriyor, “Düzen Değişiyor, Ama Düzülen Değişmiyor” esprisi ortalıkta pek dolaşır olmuştu.

***

Bu yarı heyecan, yarı umut, yarı umutsuzluk ortamında, o sırada çok kullanılan terimlerle bir yandan “sömürülen kitlelerin” bir yandan da “sömürülen Türkiye”nin hemen özgürleşmesi için sabırsızlık gösteren solcu gençler baş gösterdi. Bunlardan bazıları, Doğan Avcıoğlu’nun Devrim dergisi gibi yayınlarının da etkisiyle, daha “kestirme” düşünüyor ve özlenen reformların ancak parmağı tetikte olanlar tarafından gerçekleştirilebileceği sonucuna varıyordu. Yani, reformcuların Ordu içinde de radikal uzantıları vardı.

Süleyman Demirel

Süleyman Demirel

Sonunda, iki tür çatışma ortalığı kapladı: Birincisi, protesto gösterileri yapan solcu gençler ile polis arasında idi. İkinci çatışmanın ise bir yanında solcu gençler, öbür tarafında ise Süleyman Demirel iktidarının “Bana, sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” ve “devlete yardımcı oluyorlar” diyerek yüreklendirdiği sağcı “Komandolar” (“Ülkücü gençlik”) yer alıyordu. Buna, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’e mensup işçilerin gösterileri, özellikle de I5-I6 Haziran I970 İstanbul-Kocaeli olayları2 eklenmişti

Önemli olan şuydu ki, Kürt meselesinin konuşulur olması ve solcu gençlerin banka da soyan “şehir gerillası” faaliyetleri muhafazakar Ordu’yu, DİSK’in fabrika işgalleri ise İstanbul büyük burjuvazisini paniğe sevk etmişti. Böylece, Türkiye’nin bu iki en büyük siyasal güç odağı arasında sola karşı bir koalisyon doğmuştu.3

Bu kargaşa ortamındadır ki, 12 Mart 1971 “Muhtırası” TRT radyolarından okundu ve büyük umutlar doğurdu. İşte, abim ve çok kişi de bu umutlananlar arasındaydı. Çünkü bildirinin söyledikleri, olayları iyice yakından takip ederek “ilerici” bir askerî darbe bekleyenleri bile yanıltacak nitelikteydi: Ülkedeki kardeş kavgasına ve kargaşaya son verilmeli, anayasanın öngördüğü reformları gerçekleştirecek güçlü ve inandırıcı bir hükümet kurulmalı, bu reformlar TBMM’de partiler üstü bir anlayışla derhal ele alınmalıydı. Reform yolunda hızla adım atılmaması durumunda, Ordu “yasaların kendisine vermiş olduğu koruma ve kollama görevini” yerine getirerek idareyi doğrudan ele alabilirdi.4 Yani, Ordu reform için bastırıyor ve hatta tehdit ediyordu.

24 Ocak 1971 SBF Yurdu Baskınında Ülkücüler

24 Ocak 1971 SBF Yurdu Baskınında Ülkücüler

Ne olmuştu? Muhafazakar tanınan Ordu nasıl böyle bir “Derhal Reform” bildirisi yayınlamıştı? Yayınlamıştı, çünkü yukarıda sözünü ettiğim ve Ordu içinde bulunduğunu söylediğim “radikal uzantılar”ın 8-9 Mart gecesi bir “radikal darbe” yapacakları haberi gelmişti. Öyle bir girişim yapılmalıydı ki hem bu darbe önlenmeliydi hem de radikallerin tepki göstermesine yol açılmamalıydı.5

Önce, 8-9 Mart darbesi önlendi. O gece harekete geçmesi gereken birlikler, “radikal” olarak bilinen kuvvet komutanlarının ve özellikle de Batur ve Gürler’in vazgeçmesiyle durduruldu.

Orgeneraller vazgeçmişlerdi, çünkü, bir defa, karşılarında güçlü bir direniş cephesi oluşacağını hesaplamışlardı. Yani hem “toplumsal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı”6 diyerek toplumsal uyanışın büyük burjuvaziyi tehdit ettiği mesajını veren Genelkurmay Başkanı M. Tağmaç’ı, hem İstanbul büyük burjuvazisini, hem de solcu gençlerin baş hedefi ABD’yi karşılarına almak biraz fazla olurdu. İkincisi, orgeneraller darbeden sonra “alt kademeler” tarafından tasfiye edilebileceklerini hesaplamışlardı. Mısır İhtilâli’nin Orgeneral Necip’i bu akıbete uğramış, Albay Nasır tarafından tasfiye edilmişti.

Fakat, bu kadar kalkışmış olan Ordu alt kademelerini de yatıştırmak gerekiyordu. Bunun çaresi, “ilerici” ve “devrimci”lerin dayattıkları “radikal reformcu” bir darbenin en sonunda geldiği izlenimini verecek bir eylem yapmaktı.

Ve 12 Mart Muhtırası radyolardan okutuldu. Üstelik, Anayasa görünüşte ihlal edilmemişti. Çünkü parlamento kapatılmamıştı, siyasal partiler devam ediyordu, kimse tutuklanmamıştı. Sadece, herkesin hedef saydığı Başbakan Süleyman Demirel istifa ettirilmişti. Reformun önü açılmıştı.

Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetler Komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur

Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetler Komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur

12 Mart yöneticilerinin ilk işi, Ordu içindeki “radikal” kanadı (karacı general Celil Gürkan, havacı general Aydın Kirişoğlu, amiral Vedii Bilget dahil) hemen emekliye ayırmak oldu.

Fakat, umut denen geveze kuşun şakıması, bu tasfiyenin doğurduğu kuşkuyu bastırdı. Çünkü Muhtıra’nın meşruluk kazanması için metne eklenen “reformcu” içeriğin yanı sıra, eski devletler hukuku profesörlerinden Nihat Erim tarafından kurulan hükümete “Beyin Takımı” diye anılan ve bazıları “solcu” ve “devrimci” olarak bilinen “teknisyen” bakanların dahil edilmesi çok büyük beklenti doğurmuştu: Yön dergisi ve Sosyalist Kültür Derneği çevresinden Atilla Karaosmanoğlu, Büyükelçi Osman Olcay, Prof. Türkan Akyol, 27 Mayısçı Albay Sadi Koçaş, vb. Üstelik bunlardan birincisi ve sonuncusu başbakan yardımcısı yapılmıştı. Bu, büyük bir iyimserlik yarattı; örneğin Karaosmanoğlu toprak reformunun 1972’de uygulanmaya başlanacağını ilan etmişti.7
O toprak reformu ki, Atatürk hiç girişmeye teşebbüs etmemişti ve İnönü 1945’te giriştiği için iktidardan düşmüştü…

Müdahale’nin turnusol kâğıdı, 17 Mayıs 1971’de İsrail Başkonsolosu’nun kaçırılması oldu. Hükümet sola karşı Sadi Koçaş tarafından bildirisi okunan bir
“Balyoz Harekatı” ilan etti.8

***

24 Ocak 1971 SBF Yurdu Baskını sonrası Mümtaz Soysal

24 Ocak 1971 SBF Yurdu Baskını sonrası Mümtaz Soysal

İşte bundan sonradır ki, sanki bu birkaç yüz solcu gencin yürüttüğü “şehir gerillası”nı onlar yürütmüşler gibi, bazılarının yaşları 60’ın üstünde olan çok sayıda bilim insanı, gazeteci, yazar, öğretmen, sanatçı vb. seri halde gözaltına alınmaya başladılar: Yaşar Kemal, eşi Tilda Kemal, Azra Erhat, Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu, Sevgi Soysal, Prof. Mümtaz Soysal, Prof. Muammer Aksoy, Prof. Cahit Talas, Prof. Bahri Savcı, Prof. Uğur Alacakaptan. Doç. Mete Tunçay; saymakla bitmez. Ardından, “lüks” olduğu ilan edilen 1961 Anayasası budanarak temel hak ve özgürlükler çok ciddi biçimde kısıtlandı.

Fakat, “reform” işinden tıss bile çıkmadı. Nitekim, isimlerinin 12 Mart müdahalesine meşruluk ve umut kazandırdığını yukarıda söylediğim teknisyen bakanlar (“Onbirler”) kimsenin reform filan yapmaya niyeti olmadığını, tam aksine bir askerî diktatörlük kurulduğunu ve daha da kötüye gidileceğini görünce, 3 Aralık 1971 ‘de toplu olarak istifa edeceklerdir.

***

Bundan sonrası tatsızdır. Mesela bana Mülkiye’de öğrendiğimin yaklaşık yarısını öğreten, 61 Anayasasının temel direklerinden Prof. Mümtaz Soysal, dekanken ve ders vermekte olduğu bir sırada (şimdi internetten bakıyorum, 18 Mart 1971’de) Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı emriyle alınıp götürüldü. Götürülürken bütün tüllap (Mülkiye’de öğrencilerin toplu adıdır) iki taraflı saf tutup kendisini alkışladıydık, hiç unutmuyorum.

Prof. Sosyal 1968’den beri okuttuğu Anayasa’ya Giriş kitabında komünizm propagandası yapmakla suçlandı, 6 yıl 8 ay ağır hapse, 2 ay 20 gün sürgüne ve kamu haklarından ebediyen mahrumiyete mahkûm edildi. Toplam 14,5 ay Mamak Askerî Cezaevi’nde kaldı. Mamak’ta iken yazar Sevgi Soysal’la evlendi. Yine hatırlıyorum, Sevgi Hanım’ı arabamla Mamak’a götürür getirirdim görüş günlerinde, ama zaman geldi götüremez oldum, çünkü onu da tutukladılar.

Biz asistanlar yine o sırada, öğrencileri “ifsat ediyorlar” (fesat aşılıyorlar) gerekçesiyle alınıp götürülen, en yaşlı ve sevilen hocalarımızı, mesela 1961 anayasasını hazırlayan takımın temel direklerinden Prof. Bahri Savcı’yı ve mesela 24 Ocak 1971’de polisin SBF yurdunu basıp darp ettiği Dekan Prof. Cahit Talas’ı Dışkapı’da “Yıldırım Bölge” diye anılan ve bir bölümüne de kadın tutukluları attıkları yerin bahçesinde volta atarken görebilmek için çitlerin arkasına siner, uzaktan gözetlerdik.

Özet olarak 12 Mart Rejimi, dokuz yıl sonraki korkunç 12 Eylül 1980 darbesiyle kurulacak faşist rejimin tam bir kostümlü provası olacaktır.

Günaydın Gazetesi, 18 Mayıs 1971

Günaydın Gazetesi, 18 Mayıs 1971

İşte benim, sübyan bir asistan olarak, öğrenciliğim sırasındaki (1967) bir gösteri yürüyüşünden mahkum edilişim ve cezaevine konuluşum da bu atmosfer içinde vuku buldu.

Tam hatırlamama imkan yok ama içeride tuttuğum ve sonradan Nerde O Eski Mahpushaneler adıyla basılan kitabıma9 bakıyorum, 17 Haziran 1971 Perşembe günü imiş. Mülkiye’de Haziran sınavları zamanı. Şimdi benim gibi emekli profesör olan asistan arkadaşım Dr. Duygu Sezer’le sınav gözcülüğüne yürüyoruz, bir albay elinde telsiz yanımıza yanaştı, bana: “İfadenize başvurmak için…”

Bir sivil polisle doğru Adliye binasına. Hatta iyi hatırlıyorum, taksi parasını ben verdim orada iyi muamele etsin diye.

7.Baskın Oran (Mülkiye Mezuniyet Yıllığı’ndan) 2542 Baskın Oran İzmir’lidir. Ortayı Saint Joseph, Liseyi Atatürk Lisesi’nde bitirdi. Hariciyeci olmak dileği ile girdiği Mülkiye’den büyük bir düşünsel değişime uğrayarak, asistan olabilmek amacıyla mezun olmaktadır

Meğer, taa 1967’de Mülkiye üçüncü sınıftayken katıldığım Cyrus Vance yürüyüşü 10 olayından aldığım 7 ay mahkumiyetin infazı için almışlar. İnfaz savcısının odasına götürdüler, sonradan öğreniyorum “Aksak Savcı” diye anılırmış bacağındaki sorundan dolayı, kendisine (hukukçu hukukçuya sempati duyabilir diye) “devletler hukuku asistanı” olduğumu söyledim, iki günlük mehil hakkımı kullanıp eşime haber vermek ve çantamı toplamak için izin istedim.

Aradan yarım asır geçmiş ama dün gibi hatırlıyorum, tükürür gibi “Götürün şunu!” dedi beni taksiyle getiren polise. İyi ki polis izin verdi, vermeyebilirdi de, duvardaki ankesörlü telefondan abimin direkt numarasını aradım, hamile eşime münasip biçimde haber vermesi için. Böylece girdik, bugün müze olan, Ulucanlar’daki Ankara Merkez Cezaevi’ne.

20 küsur gün orada yattım. Sonra dilekçe verdim ve o zamanlar çoğu ilçe cezaevi gibi koşulları Merkez’le mukayese edilemeyecek kadar çekilebilir olan Kızılcahamam Cezaevi’ne dilekçe verip nakil oldum.
Bu nakil zor olmadı. Sınıfta car car durmadan solcu itirazlar yönelten beni, temelde sağcı bir insan olmasına rağmen asistan alan rahmetli hocam Prof. Suat Bilge adalet bakanı idi o sırada…

Milliyet Gazetesi, 23 Nisan 1971

Milliyet Gazetesi, 23 Nisan 1971

12 Mart’ın uygulamada nasıl işlediğini göstermek için anlatacak çok şey var. Bazılarını unutmuşum, bazılarını daha önce benimle yapılan röportajları arayıp okuyunca hatırlıyorum. Mesela, şöyle epey tipik bir 12 Mart olayı da yaşamıştım:

Bir sabaha karşı, tarihini hatırlamama tabii ki imkan yok ama dönemini söyleyebilirim internete bakarak, Mayıs veya Haziran 1972 olmalı, eşim beni uyandırdı, “Kalk, kapı çalınıyor” dedi.
O sırada Bahçelievler Son Durakta oturuyoruz, kalorifer sabahın erken saatlerinde yanmaya başladığı zaman, madenin genleşmesinden, radyatörlerden tık tık sesleri duyulurdu. “Kalorifer yanmıştır, yat” dedim.

O sırada kapı tekrar vuruldu. Gittim baktım delikten, üç tane enine boyuna adam. “Buyurun” dedik. “Emniyetten geliyoruz açar mısınız?” dediler. Dedim ki “Bir hüviyetinizi aralıktan verin”. Verdiler. Baktım, hakikaten polis. Açtık kapıyı. “İfadenize başvurmak için merkeze kadar…”

Saat üç buçuk veya dört. Hemen eşime, “Dönüp geleceğim ben, sen telaş etme” dedim, “yalnız Fazıl abiye haber ver”. Fazıl abimiz, hepimizin her türlü derdine, sağlığından tutuklanmasına kadar koşan Mülkiyeli abimiz Fazıl Kafadar.

Araca bindik, gidiyoruz, Samsun-Konya yoluna çıktık. Bende şafak attı, çünkü orada MİT olduğunu biliyorum. Fakat MİT’in önünden geçtik, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne geldik, ben biraz rahatladım.

7. kata çıktık, orada penceresiz küçük bir odaya koydular. Odada sadece bir Ziraat Bankası bankı var. “Burada kalacaksın. Ayakkabı bağcıklarını ve kemerini ver” dediler. “Sabahın köründe karımın yanından aldınız, bende intihar edecek bir durum var mı” dedim. “Fazla konuşma” dediler, bağcıkları ve kemeri aldılar.
Sonra, “Sağına mı yatarsın, soluna mı yatarsın?” dediler. Ben o zamana kadar bunu hiç düşünmemiştim, o anda geliştiriverdiğim bir mantıkla, solda kalbim var, sağ tarafıma yatarım dedim. Sağ bileğimden kelepçelediler banka. Âdet öyleymiş.

Tabii, sabaha kadar uyuyamadım. Yatış durumundan değil, düşünmekten: Benden ne sorabilirler ki? Çünkü hiçbir suç işlemedim. Ne sorabilirler acaba? Onun için, insanları götürürken, “Şundan dolayı götürüyoruz” deme kuralı çok önemlidir.

Düşün düşün düşün. Tek bir şey bulabildim sadece: Dekanımız Mümtaz Soysal beni çağırmıştı, demişti ki: “Uluslararası Af Örgütü’nden gelenler var. Avukat Halit Çelenk’e götür, tercümanlığını yap.” Ben herhalde işlesem işlesem bu suçu işlemişimdir, dedim. Yani, Türkiye’yi yabancılara ihbar etmeye yardımcı olma suçu işlemişimdir.

Sabah oldu, kaldırıp götürdüler Merkez Komutanlığı’na. O zaman iki katlı bir ahşap binaydı. Şimdiki Stat Otel’inin yanında iki tane tarihî ahşap bina vardı sonradan niyeyse yıktırılan, onlardan biri. Bir albayın yanına çıkardılar. Oturduk. Hemen soruyu sordu albay:

“Iğdır’dan gelen mektup hakkında ne biliyorsunuz?”
Dünya başıma yıkıldı. Bütün gece cevabını hazırladığım soru sorulmuyor, çalışmadığım yerden bir soru. Fakat ne de olsa mürekkep yalamışız. Hemen toparladım kendimi, “Albay’ım,” dedim, “ben Iğdır’dan gelen mektup hakkında bir şey bilmiyorum. Fakat belki başka bir başlık altında biliyorumdur, siz başka başlıklar altında sorun, bildiğimi anlatırım.”

Albay önüme bir deste, çok sayıda vesikalık fotoğraf attı, eski püskü. “Bunları tanıyor musunuz” dedi.
Teker teker dikkatle baktım baktım, bir tanesini tanır gibi oldum. “Bunu tanıyorum, ama adını bilmiyorum” dedim. “Peki” dedi, “nereden tanıyorsunuz?”

“Efendim, biz Ömer Madra’yla aynı odada otururuz asistan olarak, Ömer bir gün gelmemişti okula, evden telefon etti dedi ki: ‘Birisi gelip benim kitaplardan seçip almak isteyecek, istediklerini ver bir naylon torbayla alsın götürsün, beni sorarsa gelmeyecek dersin.’ Resminden hatırladığım bu çocuk, hatırladığım kadarıyla geldi, Ömer’i sordu, gelmeyecek deyince seçtiği kitapları götürdü”.

Bunun üzerine albayın yüzü yumuşadı, ben onun yüzünün yumuşamasından yararlanarak, “Albayım, eşime bir telefon edebilir miyim, kız endişe içindedir” dedim.

“Vallahi istiyorsanız edin ama gerek yok, birazdan gideceksiniz zaten” dedi. “Sahi gidecek miyim, bırakacak mısınız?” dedim. “Tabii bırakacağız”. “Sabahın köründe aldılar eşimin yanından beni?” dedim. “Vallahi işgüzarlık yapmışlar” dedi, “ben onlara yarın getirin dedim”.

Bunlar tabii ki danışıklı dövüş. Biz o sırada, sayıları bir-iki tane de olsa yılgınlık yaymakta olan bazı asistanlara, şimdi isim vermeyeyim, “Buna hakkın yok” diyerek karşı çıkıyorduk çençen odasında, şimdi adı “Seha Meray odası”, çünkü oraya en çok gidenlerden biri de Seha Hocamızdı. Kahve içmeye gidilirdi yemeklerden sonra, derslere girmeden, sohbet edilirdi. Oradaki tartışmalar ihbar edilmiş olacak, ayağını denk al işareti olarak sabahın üç buçuğunda gelmişlerdi götürmek için.

Mesele neymiş sonradan anlaşıldı. Resminden hatırladığım ama adını filan bilmediğim kişinin adı Sefer Şimşek imiş. Peki, önemi ne bu olayın? Sefer Şimşek, şimdi internetten bakınca görüyorum, 3 Mayıs 1972’de Bulgaristan’a uçak kaçıran gençmiş. Deniz Gezmişleri serbest bıraktırmak için yapılan bu uçak kaçırma eyleminden o sırada sürüyle aydını, bu arada Altan Öymen’i bile tutuklamışlar, Ömer Madra’yı tutuklamışlar. Ömer Madra da “Bu Sefer Şimşek geldi, okumak için benden kitaplar istedi, ben de o gün okula gitmemiştim, Baskın’dan rica ettim, inanmıyorsanız Baskın’a sorun, bütün ilişkim bundan ibarettir” demiş.

Baskın’a da böyle sordular. Yani bakınız, 12 Mart kâbusunun çok ufak bir fotoğrafıdır bu. Ertesi gün evime döndüm. Hiç serbest bırakılmamak, işkence görmek, ondan sonra da 6 yıl yatıp belki beraat etmek de mümkündü.


SON


1 Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetler Komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur.

2 Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile Sendikalar Yasası’nda değişiklik yapan tasarı, S. Demirel liderliğindeki Adalet Partisi ve İ. İnönü liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) işbirliğiyle 1970’te TBMM’den geçirildi. 11 Haziran 1970’te Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın onaylamasıyla yürürlüğe giren yasa işçilerin sendika seçme özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlamakta ve Türk-İş’ten DİSK’e geçmeyi önlemeyi amaçlamaktaydı. DİSK tepki gösterdi. Türkiye İşçi Partisi ise Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) iptal davası açtı.
İçten içe kaynayan tepkiler, 15 ve 16 Haziran 1970 günleri DİSK’in Anadolu ve Avrupa yakasından başlayıp İstanbul’un belli başlı merkezlerine doğru yürüyüşe geçmesiyle yeni bir aşamaya girdi. Yürüyüş ilerledikçe, yol üzerindeki fabrikaların sayıları onbinlere ulaşan işçileri de katılmaya başladılar. Olayların birinci günü akşamı
Bakanlar Kurulu Kocaeli ve İstanbul’da 60 günlük sıkıyönetim ilan etti. Sıkıyönetim mahkemeleri
çok sayıda sendikacıyı tutukladı. Anadolu yakasında 1’i polis olmak üzere 4 kişi olaylar sırasında hayatını kaybetti.
Olayların ardından CHP’nin de başvurduğu AYM yasa değişikliklerini iptal etti. DİSK yöneticileri 12 Mart ve 12 Eylül askerî darbeleri dönemlerinde “halkı kışkırtmak ve bölücülük propagandası yapmak”tan yargılanacak ve sonunda beraat edeceklerdir.

3 Bu koalisyon 90’ların ortasından itibaren dağılacaktır. Çünkü özellikle TSK’nin 12 Eylül döneminde yaptıkları ve bu gidiş sonucunda Türkiye’nin Batı’dan kopmakta olduğunu burjuvazi görmeye, hem de büyük burjuvazinin 2K’yi (Kürt ve komünist) tehlike olarak algılaması ortadan kalkmaya başlamıştır. Nitekim küçük ve orta burjuvaziyi temsil eden TOBB 1995’te Prof. Doğu Ergil’e “Doğu Raporu”nu, büyük burjuvaziyi temsil eden TÜSİAD da 1997’de Prof.BülentTanör’e“Türkiye’deDemokratikleşme Perspektifleri” raporunu hazırlatıp yayınlayacaktır. (B. Oran (ed.) Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II, 1980-2001, 12. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2010, s. 223.

4 Radyoda okunan metin üç maddeden/cümleden oluşuyordu: “1) Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
“2) Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partilerüstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
“3) Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize.” (https://tr.wikisource.org/wiki/12_ Mart_Muht%C4%B1ras%C4%B1)

5 Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt:7, İstanbul, İletişim Yayınları, 1988, s. 2199.

6 https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/can-dundar/ ekonomik-gelisme-sosyal-uyanisi-asti-1679217

7 https://mulkiyedergi.info/wp-content/ uploads/2020/01/5.-Erol-Suba%C5%9F%C4%B1.pdf

8 https://tr.wikipedia.org/wiki/Balyoz_ Harek%C3%A2t%C4%B1

9 Baskın Oran, Nerde O Eski Mahpushaneler, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1991; İstanbul:İletişim Yayınevi, 2005.

10 O tarihlerde Kıbrıs meselesi çok sıcaktı. Bütün üniversiteler gibi Mülkiye’de de biz gençler ulusalcılık ile solculuğu karıştırıyor, hatta ulusalcılığı solculuk sanıyor, Kıbrıs meselesini sahipleniyorduk. ABD Başkanı Johnson’ın 1964’te İnönü’ye gönderdiği müdahaleci “Johnson Mektubu”nun (bkz. https://tr.wikipedia.org/ wiki/Johnson_Mektubu) anıları da çok tazeydi. Johnson’ın Kıbrıs arabulucusu C. Vance’in Ankara Esenboğa’ya ineceğini öğrenince, o sırada SBF Öğrenci Derneği Başkanı olan, sonradan CHP’den TBMM başkan vekili olacak sınıf arkadaşımız Uluç Gürkan’ın girişimiyle Esenboğa’ya otobüslerle gidip piste yattık. Vance’in uçağının bu sebeple askerî havalimanı Ankara Mürted’e ineceğini duyunca yine otobüslerle Kızılay’a gelerek TUSLOG ve ABD Haberler Merkezi önünde protesto gösterileri yaptık.

Bu gösterilerden doğan dava ve mahkumiyetler, o darbe zamanındaki yüksek mahkemelerin bugünkülerden (2021) ne kadar farklı olduğunu gösterir. Şöyle ki: O gün gözaltına alınıp ertesi sabah bırakılanların büyük çoğunluğu, 1970 sonuydu sanıyorum, bir asliye ceza mahkemesi yargıcı tarafından “izinsiz gösteri yürüyüşüne katılmak”tan 7’şer ay hapse mahkûm edildiler.

6 değil de 7 ay oluşunun sebebi, sonradan öğreniyoruz, çok sert bir Türkçü ve antikomünist olmakla meşhur bu yargıcın, bizlerin memur olmasını engellemek istemesiydi. Çünkü memur olabilmek için 6 aydan fazla ceza almamak gerekiyordu. Yargıç, “gösteri sonucu trafiğin tıkanması’nı ağırlaştırıcı sebep kabul ederek
cezayı 1/7 oranında artırmıştı. Bu ceza Yargıtay dairesi tarafından oy çokluğuyla onandı. Fakat aynı dairenin savcıları bu onamaya itiraz edince dosyalar Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kurulu’na gitti. Buradaki oylamanın bizleri aklayacağına dair kanaat çok yaygındı. Ama, Genel Kurul başkanının oyu da beraatımız lehinde olduğu bir oylamada karar 19’a 17 aleyhimize çıktı. Çünkü bir veya birkaç gün önce, internete baktım 11 Ocak 1971’de oluyor, İş Bankası Ankara Emek Şubesi Deniz Gezmiş ve arkadaşları tarafından silahlı soyguna uğramıştı. O hava içinde mahkumiyetimiz onanmıştı.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı