Baskın Oran

Dış politika kalmadı, elde sadece iç politika var

Tek Adam Rejimi’nin yerinde ben olsam, bu İstanbul Sözleşmesi ve Montrö (Montreux) işlerini unutturmaya çalışırdım. Ama panik diye bişey var; TBMM Başkanı M. Şentop kalktı, Montrö demecinin üzerine tüy dikti, ben söylemedim dedi.

Yâ Hû, demeç TV kameraları tarafından kaydedilmiş, nesini söylemedin? Gazeteci aman başıma bişey gelmesin diye azami ihtiyatla soruyor: “Bu durumda, mesela Sayın Cumhurbaşkanını kastetmiyorum tabii ama, bir başkası gelip (…) Montrö’yü tanımıyorum, feshettim derse?” Cevap: “Teknik olarak yapabilir. Bunu sadece bizim cumhurbaşkanımız ya da bakanlar kurulumuz değil, Almanya da yapabilir, Amerika da yapabilir.”

Teknik olarak ha? Bir kere Montrö, aynen Lozan gibi, uluslararası hukukta objektif statü dediğimiz niteliğe sahiptir; yani imzalamayan devletleri bile bağlar. İkincisi, liderini mutlu etmek için Marmara’dan ayran örneğini verebilen bir politikacı Almanya ve Amerika’nın 1936 Montrö’ye taraf olduğunu da sanıyor olabilir. Tabii herkesin, bu arada anayasa hukuku profesörü M. Şentop’un bunları bilme mecburiyeti yok ama, insana vatandaş olarak koyuyor çünkü şimdi herkes başladı dalgasını geçmeye: “Bazı koşulları eklerseniz, olur size cacık.”

Cacığı bırak; 1936 Montrö’nün yara alması, bizim Tek Adam Rejimi’nin başlıca dış koltuk değneği Rusya için tam bir aort yırtılması. Kıyıdaş olmayan (ör. ABD) savaş gemilerinin Karadeniz’e girmesini sayı-tonaj-kalış süresi bakımından sınırlandırması bunun sebeplerinden sadece bir tanesi. Üstelik, bunlara ilişkin 14. ve 18. maddeler Türkiye’nin izni olmadan değiştirilemiyor (Md. 29/4, 5, 6). Boğazlar bölgesinin Türkiye tarafından yeniden silahlandırılabilmesi ve bu giriş-çıkışların Türkiye’nin izlemesine verilmiş olması da cabası. Eğer mesele Şentop’un dediği gibi olsaydı Rusya’nın çıldırması lazımdı; oysa Lavrov daha dün (31 Mart) ilişkilerin “zengin ve doyurucu” olduğunu söyledi. Demek ki Montrö işi üfürük; sadece iç tribünlere hitap ediyor.

***

Bunun böyle olduğu şuradan da belli ki, yandaşlar dahil Türkiye’de insanlar bu kadar hata yapılabilmesini anlayamıyorlar. Çünkü Montrö’yü (ve İstanbul Sözleşmesi’ni) dış politika olarak düşünüyorlar. Böyle düşününce, iç mi dışı yoksa dış mı içi etkiledi sorusu patlak veriyor.

Oysa Tek Adam Rejimi’nin dış politikası filan yok. Sadece iç politikası var. O da, “İktidarda kalmaya nasıl devam ederim”in cevabını aramaktan ibaret. Dolayısıyla, bunlar dış değil, iç politika konuları. Böyle düşünün, bir anda açıklığa kavuşacak her şey. Bizim dış politika diye sınıflandırmaya alıştığımız her olay şu anda Tek Adam Rejimi açısından iç politika meselesi: Montrö, Çin’deki Uygur Türkleri, Suriye-Libya-Kafkasya’ya asker ve İslamcı mücahit göndermek, İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’deki rejimin KKTC’ye ihracı , Akdeniz ve Karadeniz’de birdenbire buluverdiğimiz petrol-doğalgaz yatakları. Ne gelirse aklınıza.

Olay bu. Peki nihai amaç? O da şu: ‘Kendimi kadir-i mutlak ve dokunulmaz ilan edebilmek için anayasayla, yasalarla, hatta uluslararası antlaşmalarla istediğim gibi tek imzayla oynarım ve kimseye de hesap vermem’ diyebilme ruhsatı almak.

“Yeni Anayasa” adıyla pazarlanan bu ruhsat sayesinde, yarın her hukuk ihlalini tartışmasız kabul ettirebilme umudu.

***

Peki, bu fantastik ruhsat arayışı neye/kime güvenerek yürütülüyor? “Üç benzemez” gruba:

1) Yandaşlar. Çünkü Erdoğan’ın Tek Adam oluşu 2017 sonrasında siyaseti dayanılamaz, ekonomiyi de yönetilemez hale getirdi . AKP+MHP oyu % 37,9’a düştü. Bu durumda Rejim ancak yandaşlara rant dağıtmayı hızlandırma sayesinde ayakta kalabilir:

Ekonomik rant: Mesela, devlet ihalelerini ve bu arada İstanbul ve/veya Saros Kanalı projesini heyecanla bekleyenlere; mesela, iktidarın “büyük” adamlarıyla fotoğraf çektiren, ardından da pudraşekeri çeken yanaşmalara.

Psikolojik rant (+ekonomik rant): Mesela, Ayasofya Müzesinin cami ilan edilmesine mest olan tarikatlara; mesela, kadına şiddeti önlemeyi amaçlayan İstanbul Sözleşmesi’ni (lütfen bağışlayınız ama tabiri aynen yazmadan anlatamam bu tür kafaları) “ibneleri koruyor” rezilliğiyle anayasaya rağmen iptal ettirenlere.

2) Muhalefet. Lagar (uyuşuk), paramparça, polislere sabah namazından sonra teslim olmak isteyen Dr. Gergerlioğlu’na bile sahip çıkamayan muhalefet. “Amanın, ya bana Kürtçü veya dinci veya Fetöcü deyiverirlerse!”den başka derdi yok. Erdoğan’ın hâlâ iktidarda kalabilmesinin başlıca sebebi.

3) Avrupa devletleri. Trump gidince yerini onlar aldı. Bu hafta Die Zeit’ta çıkan makalesinde Can Dündar’ın verdiği örnek zihin açıcı: Mehter takımı her iki adımdan sonra durup bir sağa bir sola bakar ya, Erdoğan da tepkileri engellemek için dış saldırıları her durdurur gibi yaptığında Avrupa devletleri bu “Mehteran taktiği”ni uyguluyorlar. Hemen başlıyorlar: “Olumlu sinyallerden büyük memnuniyet duyuyoruz” veya en fazla, “Kaygıyla izliyoruz”lara. Hatta, HDP’ye şimdi açılan kapatma davası hakkında Almanya Dışişleri “fikir” serdediyor: “HDP’den de AB’nin terör örgütleri listesinde yer alan PKK ile arasına belirgin bir sınır koymasını bekliyoruz”.

Çünkü bunların dertleri bambaşka: Yatırımlarını tehlikeye sokmamak, Rusya’yla flörtü önlemek, üye Yunanistan/Kıbrıs’a arka çıkmak, Avrupa’daki Türkiyelilerin tahrik edilmemesi. En önemlisi de, mülteci akınının durdurulması.

***

Bu gidiş daha ne kadar sürebilir?

İktidarın dağılması hemen önümüzdeki hafta olmayacak. Ama çok da sürmez. Çünkü Tek Bir Adam’dan başkasının sözünün geçmediği sömürü ve yolsuzluk ortamının yanı sıra adaletsizlik artık fazla barizleşti. Çünkü Mahşerin Dört Atlısı’na saman yetiştirmek için para kalmadı. Çünkü İslamcıların temel direği esnafın mahvolduğu ortamda AKP “pul pul” dökülmeye başladı: AKP’lilerin yüzde 53,7’si ve MHP’lilerin yüzde 89,5’i kararların Meclis’te alınmasını istiyorÇünkü Batıcı devlet isteyenlerin oranı %70’i geçti, oysa İslamcı devlet isteyenlerinki %1,3Çünkü güvenlik soruşturmasının Meclis’ten geçememesi uyarıcı. Çünkü HDP’yi kapatmayacağı anlaşılan AYM’nin kapatılmasını isteyince Bahçeli’nin verdiği inanılmaz tepki bu koalisyonun sağlığı konusunda çok iyi bir fikir vermekte.

Bütün bunlardan bile önemli noktayı söyleyeyim mi? Artık insanlar tüm olayı makaraya sarıyor. “Yatay çekimde üst üste görünüyorlar ama arada mesafe var” lafını duyunca döktürmeye başladılar: “Yatay çekim olduğu için pudraşekeri kokain gibi gözüküyor”. Bu olay iktidara pahalı patladı ve patlayacak: İnsanlar şu anda, “AKP’de ‘büro elemanı’ böyle götürdüyse asıl elemanlar acaba neleri götürüyor!”, demekle meşgul. Kokocular her partide bulunabilir, ama bu kokocuyu “yandaşlık” adına sahiplenmek zorunda kaldığından da belli ki, AKP gerçekten zor durumda.

Ayrıca iktidar, kendi kendini tatmin etmekle de büyük hata yapıyor. Erdoğan “En hızlı büyüyen ülkeyiz” diyor, milletin pazardan çürük sebze topladığı bir ülkede “Tarımsal üretimde rekor kırdık” diyor. Bahçeli de el yükselterek katılıyor: “Demokrasi yok diyenler külahıma anlatsınlar”. İşbölümü yapmışlar.

***

Muhalefetin durumuna gelirsek, onun da böyle devam etmesi çok zor.  Çünkü hem CHP’nin içinden filizler yükseliyor, hem AKP ve AKP-MHP iktidarı parçalanıyor, hem de bu kadar lagarlık artık tüm Türkiye’ye fazla geliyor.

Avrupa devletlerinin kadife eldivenine gelince. Bunun da fazla sürmesi mümkün değil. Çok sebepten:

1) Erdoğan sonunda ya Putin’le çatışmak zorunda ya da ABD’yle; kuma düzeni burada sökmez. Mesela, Halk Bankası gibi durumların eli kulağında ve Amerikalılar YPG’ye helikopter eğitimi veriyor.

2) Avrupa kamuoyu, Avrupa devletlerinin (ve faşistlerinin) kadim emperyalist tutumlarına karşı dikilmeye koyuldu. Bi devletleri temsil eden AB Liderler Zirvesi’ne bakın, bi de halkları temsil eden Avrupa Parlamentosu’na.

Ayrıca Can hatırlatıyor: Türkiye’nin kaderini Erdoğan’ınkinden ayıran çok önemli bir akım giderek yükselmekte. Almanya’nın 2015-2020 Ankara Büyükelçisi M. Erdmann, emekli olduğu yıl daha ayağının tozuyla (22.09.2020’de), ünlü Frakfurter A. Zeitung’da “Erdoğan’ın Nefesi Kesildiğinde” diye makale yayınladı: “Bir süredir mevcut sistemin çöküşünün işaretleri var. Stratejik dikkat, Türkiye’nin mevcut liderliğinin gücünün tükendiği güne odaklanmalı”. İlk defa bir Alman diplomat bu netlikte “Ertesi Gün”den söz ediyor.

“Ertesi Gün”ü hatırladınız mı? “The Day After”ı? Nükleer savaşın ertesi gününü anlatan Kasım 1983 tarihli o muazzam TV filmini?.

***

Çok yaşamsal bir sonuç var, ona gelip bitirelim: Avrupa devletleri ile Avrupa kamuoyu ayrıştı.  R. Luxemburg, R. Hilferding, J. Hobson ve Lenin’de demir atıp, küreselleşme’yi “emperyalizmin son aşaması” diye belleyemeyiz artık.  RTE sonrası Türkiye’yi şimdiden anlamak için dikkate almamız gereken bir tablo var önümüzde:

Batı yayılmasının ilk aşaması sömürgecilik, ikinci aşaması emperyalizm, üçüncü aşaması da küreselleşme. Artık, Avrupa medyasının temsil ettiği kamuoyu (küreselleşme) Avrupa devletlerine karşı çıkmakta. Çünkü Batı’nın ekonomik düzeni kapitalizm ise, politik düzeni de insan hakları. Bakın, vicdani retçi Murat Kızılay’ı Türkiye’ye iade etmeye kalkan Hollanda, kamuoyu dünyayı başına yıkınca nasıl pes etti.

Peki emperyalizm bitti mi yani?

Bu iki kavramın günümüzdeki ilişkisi üzerine örnek lazımsa, küreselleşme döneminde emperyalizm yapmaya kalkan George W. Bush’un 2003 Irak işgalinin hangi akıbete uğradığını hatırlamak yeter.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı