Osmanlı toplumunda Ermeniler devlet için çok önemliydi. İstanbul fethedilince, Bizans’tan kalma güçlü Rum cemaatini dengelemek için Anadolu’nun her yerinden Dersaadet’e getirtildiler. Bir patriklikleri oldu. Sayısız sanatçı ve yönetici vererek İmparatorluğa büyük katkılar yaptılar.
Azınlıklar konusuyla uğraşanlar bilir, “Mekân” denilen öğe çok önemlidir: Bir ülkeye başka yerlerden göçle gelen topluluklar, oranın “âdâbına” uyup hemen entegre, hatta asimile[1] olurlar (ör. Pomaklar, Boşnaklar, Çerkezler, Lazlar). Entegre edilemeyenler, otoktonlar yani o toprağın yerli halklarıdır (ör. Kürtler, Rumlar).
Ermeniler ikincilerden ve üstelik farklı dinden oldukları halde, belki bir akraba devletlerinin olmamasının da katkısıyla, asimile olmadan entegre oldular. Aile adlarını, bir -yan (“oğlu”) ekleyerek, Türkçe aldılar. Evlerinde bile Türkçe konuşacak denli Osmanlılığa bağlandılar. Türkler de dahil olmak üzere, 600 yıl boyunca Millet-i Sadıka unvanına sahip tek cemaat onlar oldu.
Her şey kendi zıddını içinde taşırmış. Bir de, bu kadar gönüllü entegrasyona herhalde nazar değermiş.
Üç şey bir araya gelince, felaket engellenemedi: Doğuda paşaların ve aşiretlerin (artık) tahammül edilmez sömürüsü bir, Fransız Devriminin dayanılmaz fikirleri iki, büyük devletlerin korkunç tahrikleri üç. Her şey inanılmaz biçimde altüst geldi. Çoğunluk ile azınlık birbirine girdi ve her zamanki gibi azınlık orantısız derecede fazla zarar gördü.
Aradan 60 yıl geçti; çilesi dolmamış olacak ki, Türkiye Ermeni cemaati bu sefer kendi öz diasporasının Asala adlı sillesini yedi. Ardından, bilmemne eyaletindeki her “anıt”, her “Ermeni tasarısı”, Türkiye’deki cemaati her seferinde yeniden silkeledi.
İçerde kimileri bunu fırsat bilip Lausanne’da yazılı hakları gasp etmeye, Ermeni okullarında Ermenice’yi yasaklamaya koyuldular. PKK’ya sövmenin yolu bile, Ermenilere küfretmekten geçmeye başladı. Zaten,
Kıbrıs sorununun alevlendiği 1970’lerden beri cemaatin malları 36 Beyannamesi denilen kanunsuzluğun pençesiyle koparılıp alınmaktaydı. Bir gün oturup yalnızca bunu yazmalıyım.
* * *
Bunca yüklü bir geçmişin markajındaki bu sakin cemaat, bikaç yıldır muazzam dikkat çekmekte. Mensupları, Türk siyasal hayatına çok aktif katılım halinde. Kitapçı rafları, yaklaşık 10 kadar Ermeni yazarımızın Türkçe öykü kitapları ve romanlarıyla dolu. TV kanallarında durmadan konuşuyorlar. Bütün belediye seçimlerinde Ermeni adaylar çıkıyor; Şişli başkan yardımcısı Ermeni. Ermeni adaylar genel seçimlerde çoğu partiden listelerde. Patrikhane, kamuoyuna internetten düzenli haber bültenleri geçiyor.
Agos gazetesi dört yıldır her hafta çıkıyor. 3 sayfa Ermenice basması asimile olmaya direnişi, 9 sayfa Türkçe basması ise Türkiye’ye entegre olma kararlılığını simgeliyor. İnternette web sayfası var. Genel yayın müdürü Yeni Binyıl’da köşe yazarı.
Gazete hem cemaate yapılan haksızlıkları sektirmeden izliyor, hem de soğukkanlılığı elden bırakmıyor. Örneğin, medyaya yansıyan ve ciddi tepkiye yol açan “Gayrımüslim diye, yaşlı adama İstanbul Belediyesi otobüs kartı vermedi ” haberinin üzerine atlamıyor. Tam tersine, haberin asparagas olduğunu yazıyor. Sonunda, “haber”in, bambaşka bir siyasal manevranın aleti olduğu saptanıyor.
Bir yazarı olduğum için fazla bahsetmek ve övmek hoşuma gitmiyor ama, Agos, haklı taleplerin bir “azınlık sızlanması” olarak algılanmasından bucak bucak kaçmasıyla dikkat çekiyor. Üstelik, cemaatin Lausanne tarafından garanti edilmiş uluslararası azınlık haklarını değil, Türk vatandaşının insan haklarını ön plana çıkarıyor ve bunları yargıda mesele yaparak değil, Türkiye kamuoyuna hitap ederek korumak istiyor.
Bütün bunlar, çok önemli bir noktaya işaret ediyor: Türkiye Ermeni cemaati, “dıştan” ve/veya “yukarıdan” gelen hakların kaçınılmaz zayıflığını biliyor; haklarını yalnızca Türkiye kamuoyu düzleminde korumak istiyor. Amacı bağcı dövmek değil, kendi üzümünü yemek. Bu özellikler, örneğin kimi Kürt milliyetçilerine yabancı.
Ermeni cemaati, bu ülkede, asimile olmadan entegre olmak için mücadele veriyor.
Dünyadaki çeşitli durumlara ve uygulamalara âşina ve bunları Mülkiye üçüncü sınıfta Milliyetçilik ve Azınlıklar dersinde yıllardır okutan bir hoca olarak üç şey söyleyip bitirmek istiyorum:
1) Bu örnek, dünyada, bunca yüklü bir geçmişin ardından eşine pek rastlanmamış bir durumdur.
2) Batılı “dost”larımızın durup durup gösterdikleri “Ermeni tasarıları” filmi vizyondan ebediyen kalksın isteniyorsa, bu ancak Türkiye Ermenilerinin gönüllü entegrasyonu ve Ermenistan’la normal ilişkiler kurulması sonucu mümkündür. Dışarıdaki Türk lobilerinin cansiperane çabaları buna asla yetmez. Çünkü “tasarı”ların biri batar, ikisi çıkar.
3) Azınlık sorunlarının çözümünde dünyada iki temel yol vardır: a) Uluslararası garanti altında azınlık hakkı tanıma (azınlığın milletten manevi ayrılmasını getirir), b) Çok kültürcülük (alt kimliklere saygı gösteren çoğulculuk anlamındadır).
Birincisine Ermeniler zaten sahip, ama hiç vurgulamak istemiyorlar. İkincisini inşa etmek istiyorlar.
Asıl önemlisi, hiç farkında olmadan, Türkiye’nin tek ama tek kurtuluş yolunu da aynı zamanda döşeyerek…
[1] Asimilasyon, hepsi aynı boyda zerrecikler üreten bir kahve değirmenidir; toplumsal belleği sıfırlar, farklı kültürleri silip geçerek teke indirger. Entegrasyon ise; içindeki domates-soğan-biber-maydanozun her biri kendi öz lezzetlerini koruyan, ama zeytinyağı-limon sosuyla hepsinden farklı ortak lezzete kavuşan çoban salatasıdır. Sos burada üst kimliktir; malzemelerin her biriyse, alt kimlikler.