İkinci Kordon’daki evimizden yüz metre limana doğru, bizim sırada, mahalleye yeni taşınan Kepçekulak Kemal ile anası oturuyor. Burnunun üzerinde kocaman bir kurumuş çıban olan bu oğlan bütün gün bizle top koşturmakta, kadın bütün gün çalışmakta. Gece eve gelir gelmez sesleniyor oğlana, kadıncağızı bin kere bağırttıktan sonra kanamış dizleri ve yırtılmış üstü başıyla koşuyor Kemal, kadıncağız oğlunu yıkıyor, giydiriyor, doyuruyor (bu ayrıntıların farkına tabii ki anca şimdi varıyorum).
Kepçekulak Kemal’in asıl adı
Bir gün, o evin karşısında oturan sınıf arkadaşım Güler’den (tahtaya kaldırıldı mı ya gece elektrikleri sönmüş olurdu yahut “Örtmenim, kardeşim o sayfayı yırtmış” derdi) bir şey almaya gittim, Kemallerin içeriden çığlıklar: “To pedi afto me stavroni!”. Sonra tokat sesleri, arkasından Kemal’in ağlaması. O gün anladım ki onlar Rum’dur. Sonra öğrendim ki Kemal’in adı Elyo’dur (Stelyo?). Annesi benim bunu anladığımı anlayınca beni kenara çekecek ve hıçkırır gibi diyecektir: “Onun adı Kemal. Duydun di mi, Kemal. Biz Türküz”.
Pedi’yi “elâ vre pedimu”dan (gel bakiim çocuğum) biliyorum. Stavroni’yi de “Stavros” yani istavroz’dan çıkartıyorum. Cümlenin hemen sorup öğrendiğim tamamını da vereyim: “Bu yumurcak beni çarmıha geriyor!”. Meraktan ölen annelerimizin dayak atarkenki “Yeter be piç kurusu bana çektirdiğin cehennem azabı!”nın Rumcası.
Amerikan kanalı CBS’in Patrik Bartholomeos’a sorduğu: “Bu sıkıntılar karşısında kendinizi crucified mı hissediyorsunuz?” Patrik yanıtlıyor: “Yes, I do” (Evet.) Çarmıha gerilmek, eğer bir parça dinler tarihi okumuşsanız, Hıristiyan terminolojisinde “yoğun sıkıntı çekmek” anlamına gelir. Kezban Hatemi’yle konuştum, Rumlar arkadaş arasında “onun yükü fazladır” anlamında “Onun haçı ağır” derlermiş. Patrik de gazetecinin sorduğu “Patrikhaneyi Yunanistan’a götürmeyi düşünmüyor musunuz?”a cevap verirken söylüyor: “Hayır. Burası vatanımız. Zaten İncil’de acılara katlanmak görevi de vardır”. Yani, diken üstünde yaşadığını söylemek istiyor, İsa’nın başına oturtulan dikenli taca gönderme yaparak.
“Çarmıha” germedik mi?
“Crucified” çok mu acayip? Biz bu insanları yıllar boyu diken değil bıçak üstünde yaşatmadık mı? Birkaçını sayalım: 1920’lerde İstanbul dışına çıkmalarını izne tabi kıldık. “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla anadillerini sokakta konuşmalarını önledik. Lozan md. 42/1’e rağmen 1925’te kilise nikahını geçersiz kıldık. İmroz ve Bozcaada’daki Rum okullarında Rumca tedrisatı 1927’de yasakladık. “Vatandaş Yerli Malı Kullan” kampanyalarını Kıbrıs belası çıktıktan sonra “Türk Olmayandan Alışveriş Etme!”ye dönüştürdük (Şimdi de “Türk Solu” dergisi “Kürt’ten alışveriş etme!” kampanyası yürütüyor). 1941’de 20 kur’a gayrimüslimi birden askere alıp Amele Taburları’na yolladık. 42’de Varlık Vergisi’yle evlerindeki halıları bile satmaya mecbur ettik, iflasa sürükledik. Selanik’teki Atatürk evine MİT ajanına attırılan “sözde” bombanın ardından 6-7 Eylül 1955’te kiliseleri, işyerleri, evleri mahv-ü perişan edildi, üç kadının ırzına geçildi, biri zorla sünnet edilen papaz olmak üzere iki kişi öldü.
20 Aralık tarihli gazetelere bir bakınız: “İstiklal Marşını En Güzel Marina Okudu” haberindeki “Okulun Türk Müdür Yardımcısı Muazzez İlter” dikkatinizi çekti mi? Çünkü 1964 tarihli kanunla gayrimüslim okullarına “Türk asıllı ve TC uyruklu müdür yardımcısı” atadık idi. 71’de Heybeliada’daki papaz okulunu kapatıp Patrikhane’yi sönmeye bıraktık; yüzlerce imam-hatip okulunun faaliyette olduğu bir ülkede bugün hâlâ kapalı. 60’ların sonundan itibaren “36 Beyannamesi” rezaletiyle vakıf mallarını gasp ettik; bugün hâlâ geri verilmiş değil. Gerisini benim “Türkiye’de Azınlıklar”dan okuyabilirsiniz, ama orada şu eksik: Fener’e gelmekte olan yüzlerce ölüm tehdidi ve ayrıca Derin Devlet’in patrikleri öldürmeyi içeren Kafes Operasyonu.
Tekrar sorarsak, bütün bunlar “crucified” olmak değildir, çile çekmek değildir de nedir? Bu insanlar 1923’teki 120 bin kişiden bugün bir ayağı çukurda iki bin kaldı. Patrikhane’nin sokağının adını “Sadrazam Ali Paşa Sokak” koyduk; Fener Patriğini idam ettiren sadrazamın adı. Sonra değiştirdik: “Sadık Ahmet Sokak”; Yunanistan’daki Müslüman Türk azınlığın liderinin adı. Muhasara mı ediyoruz?
Şeriat yetkileri
Şimdi buradan gelelim şu mütekabiliyet konusuna. İnsan haklarında mütekabiliyet olursa “göze göz dişe diş” gibi bir mağara hukuku zuhur eder; onun için yasaklanmıştır. Lozan md. 45’i kalkar da “Yunanistan’ın kendi vatandaşı Türklere yaptığı zulmü Türkiye de kendi vatandaşı Rumlara yapacaktır” biçiminde anlarsanız, vatandaşı soydaş uğruna harcamak nedeniyle gözünüze dizinize dursun derler. Üstelik, Yunanistan’ın B. Trakyalılara yaptığı rezilliklerin Türkiye Rumlarına fatura edilmesi (veya bunun tam tersi) rezillik değil mi? Soydaşın da vatandaşın da insan hakları birlikte savunulamaz mı?
Bunları şunun için yazdım: “Heybeliada’yı açabiliriz, ama B. Trakya’da müftüler seçimle gelirse” deniyor. Acaba neden bahsettiğimizin farkında mıyız? Bizde devletten bir kuruş almayan Patrik’e karşılık Yunanistan’da gider ve maaşları Genel Müdür seviyesinde devletçe ödenen müftülerin Kemalizm’in tüylerini ürpertecek dünyevi yetkilere sahip olduklarını biliyor muyuz? Birkaçını sayayım: Evlendirme, boşama, velayet, nafaka, miras. Yetmediyse, Helal Gıda Sertifikası verme, fetva çıkartma. Miras’ta kız evlat yüzde 25, erkek evlat yüzde 75 alıyor.
Tabii, AB ülkesi Yunanistan’da bu kadı yetkileri/şeriat hükümleri medeni kanunu değil müftülüğü seçenler içindir. Kararlar da mahkemelerin denetimindedir. Ama 14 yaşındaki kıza nikah kıyıldığı zaman, Devlet-Kilise ayrımının olmadığı bu ülkede Müslüman âdetidir diye mahkemeler tarafından onaylanıyor. Şimdi, Heybeliada’yı açmak karşılığında B. Trakya müftülerinin bu şer’i yetkilerden arındırılmadan seçimle gelmelerinde laik ulus-devletimiz gerçekten ısrarcı mı?
Son olarak bir kederimi belirteyim: Çok takdir ettiğim Davutoğlu bu olayda (bizzat kendi tabiriyle) “arzu edilmeyen bir dil sürçmesi”ne uğradı galiba. “Tarihimizde hiçbir zaman çarmıh olmamıştır, olmayacaktır. Türkiye ve Türk milletinin tarihi dinî tolerans üzerine inşa edilmiştir” dedi. Yukarıda özetlediklerim Cumhuriyet döneminde olmadı, hâlâ olmuyor sanki. Acaba Davutoğlu gayrimüslim olsaydı böyle konuşur muydu? Ama gayrimüslim olsaydı zaten bakan olamazdı ki.