Baskın Oran

Sayın Cumhurbaşkanımız ile başbakanımıza imam efendinin yılbaşı armağanı

31 Aralık günü İ. Sabri Çağlayangil’in cenazesi kaldırılırken, Kocatepe Camii imamı Kadir Temel’in, cumhurbaşkanı ile başbakanın da bulunduğu bir topluluk önünde okuduğu hutbede, yılbaşını “millî ve manevî değerlerden sapma” oluşturan bir “Hıristiyan icadı” ilan edişi, cahillik dışında, çok önem taşıyan bir olaydır.

1) İmam Kadir Temel, bu cahilliği dışında, pazar günkü yazımda verdiğim konuşmasında çok önemli bir öneride bulunmuştur:  Bu Hıristiyan geleneğine dayanan Miladi yılı bırakıp, İslam tarihinde Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretine dayanan Hicri yılı kutlayalım.

Bunu sakın benim yorumum sanmayın. Bu doğru yorum, doğrudan doğruya, 6 Ocak tarihli Milliyet gazetesinde sırf İmam Kadir Temel’in söylediklerini hoş gördürmek için yazdığı yazıda, dini bütün Rüştü Şardağ üstadın!

Şimdi, neresinden başlasam diye düşünüyorum.

Birincisi, bu laflar hutbe okunurken söylenmiş. Hutbeler, Türkiye’de imamların yetkisinde değildir. Hutbeler Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından saptanır ve imamlara dağıtılır. Acaba, imam efendinin yılbaşını “Hıristiyan icadı” sayan, onun yerine Hicri yılın kutlanmasını isteyen hutbesi Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından mı yazılıp yollandı, yoksa imam efendi mi Diyanet’in metnini çöp sepetine atıp bu lafları ve önerileri kendi kafasından uydurdu?

Birinci durumda Diyanet İşleri Başkanlığı doğrudan, ikinci durumda ise dolaylı olarak sorumludur. Her hâl-ü kârda sorumludur. Türkiye Cumhuriyeti’nin 4. büyük bütçesine sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla Devlet’in din işlerini denetim altında tuttuğunu hâlâ iddia eden varsa, ona münasip bir selam verip geçiyorum.

İkincisi, acaba bu yorumların ve isteklerin, Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı ile başbakanının hazır bulunduğu bir yerde, hem de mikrofondan dile getirilmiş olması bir rastlantı mıdır?

Öyleyse, çok şaşarım. Komplo teorilerine yokum ama, rastlantı teorilerine de karnım fazlasıyla tok. Bu sözler, Türkiye’de kendileri  “İslam’ın şartlarına” uymakla yetinmeyen, bu şartlara (Şeriat’a) uymayanları da zorla uydurmak yolunda mücadele  verenlerin sesidir.

Bu ses, günümüz Türkiyesinde her fırsatta durmadan daha yükselerek, durmadan daha güçlü çıkıyor.

Bazen, Sivas’ta 37 kişiyi  diri diri ve güvenlik yetkililerinin gözleri önünde yakmak biçiminde çıkıyor.

Bazen, bu 24 Aralık’ta tanık olduğumuz gibi,  “Şeriat, din kurallarının bütününü ifade eder ve insanları yüceltmeyi amaçlar” diyen 39 DYP milletvekilinin şeriata övgü  bildirisi biçiminde çıkıyor.

Bazen de, cenaze törenleri sırasında, “laik” cumhuriyetin en önemli iki temsilcisinin, cumhurbaşkanı ile başbakanın gözünden ve kulağından içeri hutbe  biçiminde  akıyor.

Bu ülkede Müslümanların istediği gibi giyinmesine, istediği gibi ibadet etmesine, istediği gibi eğitim görmesine vs. karşı olanların karşısındayım. Çünkü, bunlar birer insan hakkıdır. Mülkiye’de en iyi, en açık görüşlü öğrencilerimden birinin bir sıkmabaş kız çocuğu olmasından da gurur duyuyorum.

Ama, istemeyenlerin de “İslam’ın şartlarına” uymak zorunda kalmasını savunan Müslüman kardeşlerimin, artık kendilerine bir çeki düzen vermelerinin, bir kendilerine gelmelerinin, bir hadlerini bilmelerinin zamanının gelmiş ve de geçmekte olduğunu da düşünüyorum.

Böyle giderlerse, insan hakları bağlamında ülkemiz aydınlarından gördükleri desteğin, gene insan haklarına giren “din dışı olma hakkı” nedeniyle ortadan kalkacağını söylüyorum.

Cumhurbaşkanının “Ben bu balkonda her sabah kahvaltı eder ve Allah’ıma dua ederim” dediği, 39 DYP milletvekilini “Laik devlete karşıyız demiyorlar ki” diye aceleyle savunmaya kalktığı, Kuran okunması ile Mevlüt okunmasını ayırdedebildiği çok kuşkulu olan kadın başbakanımızın da “Kuran ve ezan sesi duyduğum zaman gözlerim yaşarıyor” buyurduğu bir ülkede, Müslümanların, aydınların desteğine ihtiyacı olmayabilir.

O da ayrı mesele. Ama bu gidiş, Müslümanlar başta olmak üzere, hiç kimse için iyi bir gidiş değildir, biline.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı