Pek az kimse farkında: AKP davası bir rejim sorunuydu. DTP davası ise devlet sorunu. AKP kapatılsaydı demokratik rejim sarsılırdı, DTP kapatılırsa Türkiye giderek parçalanabilir. Sırayla gidelim. AKP büyük olasılıkla kapatılmayacaktı. Bunun siyasal nedenlerinin başında rejim bunalımı korkusu geliyordu. Ama hukuksal nedenlerinden biri konumuz açısından çok önemli:
Türkiye yargısı 12 Eylül’den kaynaklanan bir bunalımın içinde çırpınmaktaydı. Üç gelişme, yargının bu ölü toprağını silkelemeye başladığını hissettirdi:
Birincisi, Anayasa Mahkemesi Hak-Par’ı kapatmayı reddetti (29.02.08). Türkiye’de ilk defa bir Kürt partisi kapatılmıyordu. 1 Temmuz’da yayınlanan gerekçe çok önemliydi: Parti tüzük ve programları demokratik yaşam için doğrudan açık ve yakın tehlike oluşturmuyorsa, ifade özgürlüğüne girer.
Parti kapatmak için nitelikli oy (7) gerektiğinin ve kapatma dışında cezalar verilebileceğinin yanı sıra Türkiye asıl bu “açık ve yakın tehlike” ölçütünü AB Uyum Paketlerine borçlu.
İkincisi, Yargıtay Ceza Genel Kurulu (YCGK) Fethullah Gülen’i “Dinî kurallara dayalı devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup faaliyetlerde bulunmak”tan akladı (24.06.08). Böylece, Ankara 11. Ağır Ceza’nın verdiği aklamanın gerekçesini de tescillemiş oldu: Dava açıldıktan sonra 2003’te TMY’nin 1. maddesine cebir ve şiddet unsuru eklenmiştir, bu unsurlar bu davada bulunmamaktadır (Radikal, 06.05.08).
Türkiye bu ölçütü de AB Uyum Paketlerine borçlu.
Üçüncüsü, YCGK bizim Azınlık Raporu’nu akladı (18.07.08). Gerekçesi fevkalade önemliydi çünkü bu iki ölçütü birleştiriyordu: Rapor şiddet çağrısı içermemesi nedeniyle “kamu düzeni” ve “kamu güvenliği” açısından açık ve yakın bir tehlike taşımamaktadır. Üstelik, Mahkeme çok önemli bir özgürlüğü tescilledi: Bu haliyle (yani, şiddet içermediği için) Rapor’un Anayasa’yla belirlenen temel resmî görüşü reddetmesi ifade özgürlüğüne girer.
Burada da Türkiye bu iki önemli unsurun ceza verirken mutlaka aranmasını AB Uyum Paketlerine borçlu.
AKP ipi yağlamasın
Son olarak, Anayasa Mahkemesi AB standartlarını kullanarak (ve bu iş için ciddi mesai harcayarak) rejimi sarsılmaktan kurtardı. AKP de AB sayesinde kurtuldu. Bu durumda her ikisine de daha önemli bir görev düşüyor: Yine AB standartlarını kullanarak, Rejim’den sonra Devlet’i de kurtarmak.
Mahkeme, AKP için sergilediği ciddi mesaiyi şimdi asıl DTP için sergilemek zorunda. AKP ise Anayasa’nın parti kapatmayla ilgili 68/4 ve 69/6 maddelerine bu “şiddet” unsurunu derhal eklemeli.
Ama AKP bunu yapacak gibi gözükmüyor. Mayıs 2004’ten sonra AB reformlarını durdurması Sevr Paranoyası’ndan duyduğu büyük korkuya bağlanabilir. Kendi davası sırasında DTP için tek kelime etmemesi de kendi canının derdine düşmüş olmasına yorulabilir. Fakat kurtulur kurtulmaz TBMM’yi tatil edivermiş olması tek bir yorumu akla getiriyor: Artık başka bir partinin kapatılması umurunda değil. Hatta, daha vahim bir şey söylenebilir: AKP, DTP’yi 1930’lar zihniyetine diyet olarak kurban ediyor olabilir.
Biraz daha ileriye gideyim: Bu iş Türkiye’yi kurban etmeye doğru gidiyor. Çünkü AKP kurtulup da DTP kapatılırsa kaçınılmaz olarak şunlar olacak:
1) İnsanlar diyecek ki: “Demek ki parti kapatma davalarında hukuka değil, aldığı oy oranına ve iktidarda olmasına bakılıyor”. Bu önce yargı, sonra da devlet için vahim bir atmosfer yaratır.
2) Ama asıl vahamet başka tarafta. Çok sayıda Kürt şöyle düşünecek: “Anlaşılan, bu memleket bize haklarımızı legal yoldan arattırmayacak. Parti olarak TBMM’ye sokmuyorlar. Girsek bile kapatıyorlar. Bu kaçıncı oldu. Haklarımızı aramak için bize tek bir yol bırakmışlardır: Bu ülkeden çekip gitmek.”
Hiç şaşırmayalım: Sadece 1971-2003 döneminde Kürt meselesinden kapatılan parti sayısı 11. Yani “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”nü kurtarmak için her üç yılda bir Kürt partisi öldürmüşüz (kapatmışız). Bu arada bir parti de (DEHAP) kapatılmamak için intihar etmiş (kendini feshetmiş).
Demokrasi olmazsa, devlet sınırları değişebilir
Açık konuşalım: Teoride, sisteme dahil olmasına izin verilmeyen maalesef sisteme karşı çıkar. Bunu “dağa çıkmak” olarak tercüme ediniz. Bakın, Kürtlerin en aklı başında seslerinden Diyarbakır Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu nasıl uyarıyor: “Eskiden Kürt bölgesinden Batı bölgelerine göç yaşanırdı. Şimdi Şırnak’tan Diyarbakır’a, Batman’a göç ediliyor. Kürtler kendi nüfuslarının yoğun olduğu yerlere gidiyorlar, Türkiye’nin diğer bölgelerinde kendilerini güvende hissetmiyorlar. Artık herkes kendi gettosuna çekiliyor yavaş yavaş. Bölünmüşlük budur işte!” (N. Düzel röportajı, Taraf, 21.07.08).
Peki, DTP’nin içinde şiddet yanlısı yok mu? Parti bu nedenle kapatılamaz mı?
Tanrıkulu’nun son cümlesi işin özü ve yukarıda söylediğimin aynısı: “Silahlı bir örgüt Kürtlerin adına silah kullanıyor. Biz açık ve net olarak ona, ‘bizim adımıza silahlı şiddet yapma’ demeliyiz. Bunu diyebilmemiz için devlet Kürt sorununu demokrasiyle çözeceği inancını yaratmalı.” (aynı röportaj, 22.07.08)
Son olarak: Başka çözüm yok mu? Yani Kürtler zamanla bize uymaz mı?
Eğer bu ülkede bunu hâlâ uman zekâ varsa, kendisine yaldızlı takdirname verilsin. Çünkü Kürtlük bilinci (daha önce olmasa bile) bu ülkede daha 1960’ların başında sağlam biçimde yerleşti. Oysa bir ülkede asimilasyonu mümkün kılan tek ciddi ortam olan “ulusal ekonomik pazar” Türkiye’de ancak 1980’lerin sonundan itibaren kurulmaya başlandı. Bu pazar bu bilinçten önce oluşabilseydi asimilasyon mümkün olabilirdi. Sonra oluştuğu için asimilasyon olasılığı kafanız kadar kocaman bir sıfır’dır. Artık asimilasyon çabaları bu bilinci daha da kuvvetlendirmekten (yani Türkiye’yi parçalamaktan) başka hiçbir işe yaramaz. Geçmiş ola efendim.
1930’lar zihniyeti daha Kürt partisi kapatmaya devam etsin. PKK’yı ihya eder. Zaten, amacı bu değil mi? PKK olmayınca işlevi nedir ki?