Baskın Oran

Susurluk’taki ‘sol’a ne oldu?

Çok iyi eğitim görmüş genç bir meslektaşım Taraf’taki mülakatı görmüş, yazıyor: ‘Hocam, bu nasıl iştir ki iktidara sallamak yerine hepiniz artık geriye ne kadar solcu kaldıysa ona sallıyorsunuz.(…) Ne kadar dincilerle işbirliği yapan varsa, ne kadar AKP parası yiyen varsa cici. Bir AKP’ye karşı çıkanlar kaka. (…) Alenen sol düşmanlığı yapıyorsunuz. (…) Öncelik darbeciler, öncelik darbeciler!! (…) Teessüf ederim hocam’. Aslında çok nazik bir çocuktur ama kalemi böyle yazıyor. Çünkü Türkiye’de sol’un korkunç kafa karışıklığıyla malul.

Susurluk’tan sonra?

Doludizgin yaşadığımız şeyleri kuramsal çerçeveye oturtup tahlil etmek çetin iştir. Olaylardan gidelim.

Tarih: 3 Kasım 96. Susurluk’ta asfalta sereserpe bir Derin Devlet-Mafya-Korucu ilişkisi saçılıyor. Sivil toplum çıldırıyor. Devletin içindeki çeteleşmeye karşı 1 Şubat 97’de “Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık” eylemini başlatıyor. Böylesine bir toplu olay ilk defa görülüyor. Fakat eylem Şubat sonunda bıçak gibi kesiliyor: 28 Şubat 97 askerî muhtırası gelmiştir. Oysa muhtıranın çeteyle hiçbir ilgisi yoktur; “dinci”lere karşı verilmiştir. Öyleyse eylem niye kesiliyor?

Takvime bakalım: 28 Şubat 96’da Refahyol’la iktidara gelen RP derhal her türlü saçmalığa girişmiştir (Bkz. B.Oran-E.Aktoprak, ‘RP’den AKP’ye kabul değiştiren Türkiye’, Radikal, 13-16.06.2006). Asker iki misli öfkelidir: Savunma bütçesine 50 trilyonluk tırpan vurulmuş, TSK’nın kimi sosyal tesislerinin satışı gündeme gelmiştir.

RP resmen mazoşist olmalı ki, Bakan Şevket Kazan ‘Mum söndürüyorlar’ der ve Alevileri çıldırtır. Başbakan Erbakan ‘Glu glu dansı yapıyorlar’ der ve tüm eylemcileri çıldırtır. Bu ortamda kendi ayağına son kurşunu sıkma “şerefi” RP’nin Sincan belediye başkanına nasiptir: 31 Ocak 97’deki Kudüs Gecesi. Derhal 4 Şubat’ta tanklar “demokrasiye balans ayarı”na girişir. 25 Şubat’ta Türk-İş, DİSK, TESK ortak bildirisi gelir: ‘Laiklik ve demokrasi sahipsiz değil’. Sahibin kimliğini üç gün sonra 28 Şubat muhtırası yazacaktır.

Derin Devlet’e tepki, nasıl olduğu anlaşılamadan dincilere dönüvermiştir ve “solcu”ların sesi kesilmiştir.

Derin devlet kalmadı, dincilik verelim

Bu inanılmaz geçiş nasıl oluverdi? Geçiş yok; aslına dönüş var. Çünkü o gün devrimci heyecanla ışık yakıp söndüren çoğu solcunun özü, istisnalar hariç, hiç farkında olmadan Kemalizm. Kafalarda da iki şey kesin: 1) Batıcılık, Laiklik demektir. O da, insanların ezan dilinden başlayarak her şeyine karışmak anlamına gelir ve bundan ödün verilemez; 2) Bunun için otoriter devlet devam etmelidir.

İşte bundandır ki “solcu”lar 28 Şubat muhtırasıyla “huzur”a erivermiştir.

Peki, niye 2008’deki Ergenekon davasında Susurluk kadar bile sesleri çıkmıyor? Bu insanlar Veli Küçük’ü mü destekliyor? Tabii ki hayır. Ama, daha önce de yazdım, onların kafasında önemli olan “darbeci-demokrat” karşıtlığı değil. Meşhuuur “laik-dinci” karşıtlığı. Devletteki çetelere karşı çıkmak AKP’ye yarayabilir, onun için susmak lazım. Hatta, iddianameyle fırsat buldukça alay etmek.

Bu insanlar, yine daha önce de yazdım, evrenin en berbat içgüdüsüyle hareket ediyorlar: Korku. Bir kısmı küreselleşmenin getirdiği karmaşanın da etkisiyle AKP’den korkuyor (“Eşimizin de başını bağlatacaklar”), bir kısmı da demokrasiden (1950’deki gibi, “Ayaklar baş oldu”). Sığınacak yerleri olmadığı için ister istemez 1930’ların ulusalcı Asr-ı Saadet’ine sarılıyorlar. Aksi mümkün değil. Çünkü aldıkları “maarif” bunu emrediyor (Sakallı Celal!). Mensup oldukları sınıf bunu emrediyor: Küçük burjuvazi sürekli “yukarı” çıkmaya çabalar, sürekli “aşağı” düşmekten korkar. Anadolu sermayesi yükseldikçe birincinin yolunu tıkıyor, ikinciyi hızlandırıyor.

Bunlar nasıl ‘solcu’ oluyor?

Peki, bu insanlar kendi kafalarında “sol”la ilişkiyi nasıl kuruyor? Aslında çok saygıdeğer iki kavramı kullanarak: 1) Tam bağımsızlık; 2) Antiemperyalizm. Yalnız, şunları aklına getirmeye katiyen yanaşmadan:

Birincisi, küreselleşme sonucu tam bağımsızlık artık tam bir şehir efsanesi; ABD bile Irak’ı işgal etmek için 24 ülkeyi yanına almak zorunda kaldı. Üstelik, devletler bazen tam bağımsızlıktan vazgeçerek bağımsızlıklarını sağlarlar. Örn. Lozan’ın 37. ila 43. maddeleri insan ve azınlık hakları açısından TC’yi kısıtlamış, ama onun saygıdeğer bir ülke olarak kabulünü sağlamıştır.

Antiemperyalizm’in kullanılışı ise tam bir cehalet örneği. Emperyalizm sadece devlet’in niteliğidir ve ancak askerî işgal veya işgal tehdidiyle olur. Aksi halde dışarıya yatırım yapan her ülke (bu arada, Türkiye) ve hatta her şirket (örn. Sabancı) emperyalisttir. AB’nin kimi üyeleri emperyalisttir diyebilirsiniz (nitekim, Fransa-Afrika ilişkisi). Ama dışişleri bakanı bile olmayan, dış ve savunma politikalarında ortak karar alamayan AB’ye “emperyalisttir” diyene gülerler.
‘ABD de emperyalist, AB de emperyalist’ diyenler “muasır medeniyet”i ittiklerinin farkında bile değil. Dahası, ABD emperyalizmini en azından Ortadoğu’da tekel sahibi kıldıklarının farkında değil. Siyaseten Türkiye’yi AB desteğinden yoksun kıldıklarının farkında değil. Ondan sonra mecburen gelsin “Avrasyacılık” zavallılığı. Böyle bir mazoşizm olabilir mi?  İkincisi, farkında bile değiller ki “solcu” olmak için kullandıkları bu iki kavramın ikisi de Marksizm’le ilgisiz. Siz hiç Marx’ta bu kavramları duydunuz mu? 1919-21 arası Kurtuluş Savaşı dönemini saymazsanız, bunlar 60’larda Türkiye’de solun yükselmeye başlamasıyla gündeme gelen ve bendeniz dahil olmak üzere sürüyle Kemalist’in kendine “solcu” demesini sağlayan kavramlar. Böyle bir bilinçsizlik varken, bu tür bir kavram kullanımının düğünde havaya ateş açmaktan farkı kalır mı?

Lafı geçmişken sorayım: 60’lara kadar “Milli Mücadele” terimi kullanılırken birdenbire “Ulusal Kurtuluş Savaşı” demeye başlamamızı siz öztürkçeciliğe mi bağlıyorsunuz? Sakın, Vietnam başta olmak üzere o dönemdeki ulusal kurtuluş savaşlarıyla bağlantı oluşturup Kemalizm-sol ilişkisini kurma çabasından olmasın? (Buna ilk olarak H. Berktay dikkat çekti). Sahi, bir de, o tarihlerde biz solcuların tümünün öztürkçeci olması nedendi? Milliyetçilikten olmasın?

Sonuç

Kimse yanlış anlamaya çabalamasın: Ben bütün aşırılıklarına rağmen 1930’ları anlarım çünkü o günlerin “muasır medeniyet”ini aldı. Ama o günlere takıp kalmış “Kemalistler”i bugün anlayamam.

Çünkü bugünkü muasır medeniyeti almamızı ‘AB emperyalisttir! Bağımsızlığımıza kastediyor!’ çığlıklarıyla önlemek istiyorlar. Bu iki kavramı yabancı düşmanlığına eşitlediler. Darbecileri aklamak için kullanmaya kalkıyorlar. Neo-nasyonalizm yapıyorlar. 1930’ların faşist ve pro-faşist Avrupasını bize muasır medeniyet diye sokuşturmaya çalışıyorlar.

Çünkü “laikliği koruma” adı altında darbe şakşakçılığını bize sol diye yutturmaya çalışıp solu lekeliyorlar.

Çünkü bu ülke tarihinde ilk defa Derin Devlet’in dokunulmazlığını bitirme fırsatı çıkmışken “AKP’nin kapatılmasını önler!” çığlıklarıyla onu çelmeliyorlar.

Çünkü AKP Protestanlaşırken bunlar sürekli Katolikleşiyorlar. Kemalizm’i din, M. Kemal’i peygamber, Nutuk’u Kitab-ı Mukaddes, Anıtkabir’i Kâbe ettiler. Yazıktır Atatürk’e.

Çünkü o kadar geriler ki, AKP’yi modern gösteriyorlar. Türkiye’yi Çamlıca’da alkollü içki yasaklayan bir AKP’ye mahkum ettiler. Tüh!. Yazıklar olsun.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı