Skype’tan her gün görüşmezsek işim rast gitmez; genç arkadaşım Bülent (Küçükaslan) yine bir Zaytung haberi yollamış: “Şebinkarahisarlı tavla şampiyonu şaşkın: ‘Kahvede karşılıklı tavla oynuyorduk. Son zarı attım, düşeş geldi, mars ettim. Akabinde telefon çaldı, arayan Başbakanımızdı. Beni kutladı, başarılarımın devamını diledi. İnanamadım’”. Doğrusu, önce anlayamadım. Feyhan bir ara mırıldanıyordu da, öyle anladım: “Cüneyt Özdemir ertesi günün köşe yazısını saat 12’de yollamış Radikal’e, birkaç saat sonra Başbakan’ın fena halde azarlayan telefonu gelmiş gazeteye”.
Hadiseye sebep olan olay malûm. Eşinin, kızının ve dışişleri bakanının Myanmar’a gitmesini eleştiren gazeteciler hakkında başbakan şunları demiş: “Ben buradan o medya patronuna yazıklar olsun diyorum; bu adamları köşe yazarı olarak nasıl tutuyorsunuz?” (Taraf, 13.08.2012). Tabii, satır arası okuyabilenler için asıl şu var: ‘Böyle medya patronunu ben Aydın Doğan’dan beter ederim!’
Bir vücut bunu kaldırmaz
Evvelâ bir parantez açayım, ama esas metinden önemli. Başbakanımız R. T. Erdoğan çok korkarım ipin ucunu fena kaçırdı. Biz böylesini, demokrasinin emeklediği dönemde Menderes merhumdan bile görmedik. Bir başbakanın ota kuşa her an bağırması ve hakaret etmesi, önüne geleni çocuk gibi azarlaması ve bunu marifetmiş gibi bir de ilan etmesi, “atın bunları işten” diye patronlara telefonla emirler vermesi, biz bunlara şimdiye kadar hiç tanık olmadık 12 Eylül rezilliği dışında. Çevresinden bir tek Vicdanlı Müslümanlar kendisini uyarıyor, onları da “Kürt ajansından mı duydun!” diye tersliyor. Bu insan böyle değildi. Biz böyle tanımadık. Böyle tanımadığımız için destekledik. Onun için söylüyorum: Başbakanımız ağır bunalımda. Sinirleri boşalmış vaziyette. Yakın çevresinin tek bildiği şey alkış olduğu için, burada bizim vatandaşlık görevimiz kendisini kendisine ihbar etmek. Gerisini kendisi bilecektir. Sinirlerini bir biçimde dinlendirip, iyileştikten sonra işine tekrar dönmesi ve tercihen, göreve 2004 sonundan başlaması iyi olacaktır. Kendisinin ve 73 milyonun akıl ve vücut sağlığı açısından. Yoksa inşa ettiklerini bir bir deviriyor, devirecek. Bu parantezi kapatıp devam ediyorum.
Korkarım ben de C. Özdemir gibi düşünüyorum. Korkarım diyorum, çünkü başbakanımızı eleştirmeye cesaret eden gazeteciler şu veya bu şekilde işlerinden oluyorlar. Son örneği Yıldırım Türker ve bu gidişle sonuncu da olmayacak. Sağlık olsun. Bugüne kadar kuyruğu dik tuttuk şükür; bu yaştan sonra indirirsek teneke bağlarlar ve üstelik haklı da olurlar. Özetle üç şey söyleyeceğim:
1) Türkiye, PKK’nın Hüseyin Aygün gibi birini kaçıracak kadar pespayeleşmesi de dahil, içte feci bir darboğazda; üstelik sadece kelleyi koltuğa alanlar yazı yazabiliyor. Dışta ise, ayıptır söylemesi ABD’nin kestaneleri ateşten çektirmesi bâbında K. Suriye’yi işgale hazırlanmaktayız. Böyle bir konjonktürde, amacı içeride Müslüman oyu toplamak, dışarıda da “Küresel Devlet” (önceki adı: Böyyük Türkiye) imajı vermek olan bir Myanmar gezisi ne kadar önceliklidir? Hele, bunu eleştirenleri işten attırmak istemek neyin nesidir?
2) Eğer amaç Müslümanlara (veya insanlara) yardım götürmekse, Devlet ile PKK arasında kıskaca alınıp yakılmış köylerinden sersefil kaçmak zorunda kalan binlerce Türkiyeli Kürt’e, Şemdinli’ye öncelik tanımak gerekmiyor muydu? Üstelik, PKK saldırısı sonucunda yerlerinden edildikleri mesajı da verilmiş olurdu.
3) 73 milyonda 73 kişinin haritada gösteremeyeceği Allah’ın Myanmar’ına gitmeyi “insani yardım” amacıyla izah etmeyi anlarım. Ama buna “Şehitlik ziyareti” gibi bir gerekçe eklemek tamamen Ramazan’da hamasi popülizm. Başbakanımız yukarıdaki alıntının yapıldığı iftar yemeğinde konuşuyor: “Şehitlerimizin gittiği, şehitlerimizin defnedildiği bir yer Myanmar. Biz, oralara gitmekle mükellefiz, biz buna zorunluyuz, bundan sorumluyuz”.
Kime şehit denir?
Hem başbakanımız kendinde fena halde bir “küresel kurtarıcılık” vehmediyor, hem de ülkemizde şehit’in tanımı son zamanlarda biraz fazla flulaştı. Büyük Osmanlı Lûgati’ne bakınca, kısaca “Savaşta ölen” diyor (s. 1.401). Mevcut en geniş sözlük-ansiklopedi olan Meydan Larousse: “Kutsal bir ülke ve inanç yolunda savaşırken ölen kimse. (…) İslam dininin doğuşundan son çağlara kadar şehitlik dinsel bir nitelik taşırdı. Sonraları anlamı genişledi. Vatan uğrunda savaşarak ölenlere de şehit dendi” (Cilt 18, s. 490).
Laos ile Tayland sınırında yer alan bir yerlerde bir Türk Şehitliği nasıl kurulmuş? Burada yatanlar, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere tutsak düşerek o dönemdeki İngiliz sömürgesi Burma’ya getirilen 12.000 Osmanlı askerinden, orada çeşitli nedenlerle vefat eden 700’ü. Bir kısmı savaştan sonra Türkiye’ye dönmüş, bir kısmı da orada evlenerek kalmış. Bu mezarlıkta yatanların içinde savaşırken ölen yok. Bakan Davutoğlu da diyor: “Onlar İngiltere tarafından esir olarak götürüldükten sonra orada vefat etmiş şehitlerimiz.” Bu durumda şehitlik ziyareti gerekçesi? Korkarım, şimdi başbakanımız verdiğim sözlük ve ansiklopedi sahiplerine birer telefon edip, şehit’in tanımını değiştirtebilir.
Kamusal alana giren eleştirilir
Başbakanımız, ailesinden bahsedilmesinden hoşlanmıyor. Hele hele, eleştirilmesine çok sinirleniyor. Ama her devlet yöneticisinin ailesi, kamusal alana girdiği anda, efendice olmak şartıyla, o yönetici gibi eleştiriye tâbidir; kimse kusura bakmasın. Bir kere, Emine Erdoğan, Esma Esad’ın çocuklarıyla birlikte Türkiye’ye gelmesini istiyor. Burada üç mantık hatası var gibi: 1) Benzetmek gibi olmasın, Esad’ın durumuna kendi eşinin düşmesi halinde Emine hanımın, kocasını terk edip başka bir ülkeye koruma altına gitmek istemesi düşünülemez; 2) B. Esad’a dünyada en büyük baskıyı yapan, kendi eşidir; 3) Ailenin bölünmemesi açısından B. Esad’ın da davet edilmesi gerekiyor.
Diğer yandan, Myanmar dönüşünde gözlemlerini aktarıyor: “Bizi kurtarın diyorlar. Kimliksizlik sorunları var. Şu anda korku içindeler. Gördüğümüz manzara karşısında insanlığımdan utandım. Nasıl buna seyirci kalabiliyor bazı insanlar?” (Radikal, 12.08.2012). Hürriyet’ten C. Çamlıbel soruyor: “Bu kadar sorun varken niye Arakan?” Cevap: “İmkânlarımız aynı anda birkaç bölgeye ulaşmaya yetiyorsa niye koşmayayım?” O zaman kendisinin, çok daha yakında olan Şemdinli’ye de gitmesini bekliyoruz; yukarıdaki gözlemler sanki oradan.