Adım O. Pamuk olsaydı, herhalde şöyle derdim: “Bir yazı yazdım, neoliberal oldum”.
“Üniversite böyle devam edemez, ederse on beş yıl sonra kamu üniversitesi diye bir şey kalmayacak. Daha doğrusu, bir avuç değerli idealist ile bir sürü başka yerde iş bulamaz asistan kalacak” diye uyardım, neoliberal oldum.
Soruyorlar: “Niçin cevap vermiyorsun?” 9-10 Şubat’taki Türkiye Barış Meclisi konferansında öğlen sandviç-ayran arasında bir genç yanıma geldi, “konu”yu açtı, neden böyle söylediğimi sordu. Kendisine dedim ki:
“Kardeşim, ben üç şey söyledim: ‘1) Üniversite bedava olmaz; Güler Sabancı ve Cem Boyner Boğaziçi’nde bedava okudu. Parası olan gücüne göre öder; 2) Üniversite burssuz olmaz. Her ihtiyaç duyana yeterli burs verilir. Çocuk iş bulduktan sonra kendisine zarar vermeyecek biçimde geri öder, başkaları da alabilsin diye; 3) Öğrencinin ödediği paralar devlete geri gitmez. Şimdiye kadar devletin bütçeden verdiğine eklenir ve burs vermekte kullanılır. Böylece üniversite kısmen de olsa malî özerkliğe kavuşur. Biliyor musun ki, insanlar bu önerilerin birincisini okudu, ikinciyi ve üçüncüyü okumadı!”.
Genç şöyle dedi: “Doğru ama, birinciyi okuyunca artık insan gerisini okumadan bırakıyor”. Sandviç-ayran boğazımda kaldı. Avustralya’da oturan samimi ve çok bilgili bir arkadaşımın söylediğinin elifi elifine aynısıydı…
1970’lerin başında “neoliberallik”
Üniversite kapılarına yığılma her yıl kabarıyor. Üniversiteli sayısı son beş yılda (2003-2007) 1,9 milyondan 2,4 milyona çıktı. Aynı dönemde yükseköğretim bütçesinin Gayri Safi Milli Hasıla’ya oranı hep yüzde 1 kaldı (0,94; 0,86; 1,07; 1,04; 1,05). Milli Eğitim bütçesi içindeki YÖK ve üniversiteler bütçesinin payı ise aynı dönemde yüzde 25’ten yüzde 20’ye düştü (www.egitimsen.org.tr ve YÖK faaliyet raporu, 2007).
Emin olabilirsiniz ki bundan sonra devlet üniversitelere her yıl gittikçe daha az pay ayıracak. Çünkü borç batağına her an biraz daha gömülüyor.
Peki bu borcun sebebi? Sıkı durun, biraz sivri söyleyeceğim: Sebep, benim gibilerin 1970’lerde devletçiliğe göğsünü siper edip, aynen devam etmesini istemesiydi.
Akranlarım hatırlasın. Biz solcular için o yıllarda devletçilik (yani teknik adıyla: İthal İkameci Sınaileşme) sosyalizmin ilk adımı hatta bir türü idi. Bu devletçilik (pardon, “sosyalizm”) uğruna az şeye göğüs germedik. Antika bir Citroen’im vardı, Petrol Ofisi’nden başka yerden almayacağım diye kaç kere benzin bitti de yolda kaldım, hatırlamıyorum. Seyyar bayilere değil devlete gitsin diye yürür, Kızılay’ın köşesindeki Milli Piyango Genel Müdürlüğü’nün alt katından alırdım piyango biletimi.
Biz devletçiliğe toz kondurmazken, bir baktık, pat diye 24 Ocak 1980 kararları geldi. İMF’den borç alındı, gümrükler açıldı, ücretler donduruldu, faizler serbest bırakıldı, dolar 47’den 70 TL’ye çıkarıldı, fiyatlar çıldırdı. Tabii, pat diye 12 Eylül Cuntası da ardından sökün etti bu korkunç kararları uygulayabilmek için. Meşhur 24+12 formülü yani.
Neden bütün bunlar? Çünkü, 1930’larda “kalkış” (take off) yapabilmek için gerçekten yararlı olan devletçilik, hani bizim sosyalizm sandığımız devletçilik, ülke biraz gelişince bela olmuştu. Arçelik örneğin karlanmayan buzdolabı yapabilmek için farklı bir kondansatör ithal zorundaydı ama, “70 sente muhtaç” Türkiye değil kondansatör benzin bile ithalat edemiyordu çünkü devletçiliğin rakipsiz kılması yüzünden pahalı ve kalitesiz olan Arçelik buzdolabını ihraç mümkün değildi.
Bu durumda Özal tıpış tıpış geldi, yüzme bilmeyen Türkiye’yi yüzme öğrensin diye okyanusa itti. Tabii, borç okyanusuna. Bu hale öyle geldik.
Akranlarım Milli Demokratik Devrim stratejisini (MDD) hatırlasın. Büyük burjuvazinin yanı sıra biz sosyalistler de devletçilik aynen devam etsin istiyorduk. Çünkü böylece emperyalizmin ekonomisi ülkeye sızamıyordu.
İmdiii. Eğer ben 1970’lerin başında kalkıp da deseydim: “Bu böyle gitmez. Gümrükleri yavaş yavaş indirelim. Firmalar rekabete hazırlansın. İhracat yapabilelim ki ara malı ithal edebilelim. Temel sanayileri de ÖZERKleştirelim ki, bu kaçınılmaz kliantelizm ortamında (“ben sana iş bulayım, sen bana oy bul”) hamil-i kart belasından kurtulup rasyonel üretim yapabilsinler”, bunları demiş olsaydım, bugün bedava üniversiteye göğsünü siper eden zihniyet o ortamda beni kuçukuçunun kulağına sokardı. Kapitalist uşağından tut, emperyalizmin ajanına kadar, seç seç al. Çünkü “neoliberal” lafı o zamanlar henüz yoktu.
Bu söylediklerimi laiklik uygulamasına da uyarlayabilirsiniz.
Birey olmak zor iştir
Tabii ki bunları 1970’lerde söyleyemezdim. Bir kere, söyleyecek bilgim yoktu. İkincisi, söyleyecek cesaretim yoktu. Bunları söyleyebilmek için “birey” olmak gerekiyordu, oysa ben birey değil solcu örgüt mensubuydum. Daha önceki yazımda söylediğim gazete makalesini (“kızlı-oğlanlı bira içilemeyen yerde üniversite kurulmaz”) taa 81’de yazdığımda dostlarım neler demişlerdi, anlatmıştım.
Maalesef “cemaat” sadece dinsel olmuyor. Kimi durumlarda etnik veya solcu da olabiliyor. Tamam: hiçbir birey haklarını örgüt olmadan alamaz; örgüt şarttır. Aksi halde ulus-devlet veya cemaat birey’i çıtır çıtır ve çiğ çiğ yer, yutar. Ama bu örgüt Birey’in doğru bildiğini kalkıp söyleyebilmesi ortamını üyelerine haram ediyorsa, artık bir cemaattir.
Birey’i engelleyen iki şey vardır dünyada: Ulus-devlet ve cemaat. Zaten, insan hakları bu ikisinden kazanılan arsa üzerine inşa edilir.
63 yaşındayım. Biraz doğru-dürüst birey olmaya başlayalı daha 10 yıl oldu-olmadı. Ve olay sürüyor.
Dün komünist derlerdi. Bugün Kürtçü, Ermenici, daha bilmem neci diyeceklermiş. “Neoliberal” diyeceklermiş. Hadi canım sen de.
1970’lerde, Türk Ceza Kanunu’nda 141-142. maddeler varken çıkıp sosyalizmi savunacaksın, ama kendi örgütünün hataları varsa söyleyeceksin – söyleyebilirsen.
2000’lerde, Kürt konferanslarında konuşacaksın, ama “Türkler sizleri kışaladı, siz de Ermenileri ve Süryanileri” demekten çekinmeyeceksin. Yurtdışında Ermeni konferanslarına katılacaksın, ama “Türkler için Sevr Paranoyası neyse, Soykırım söylemi de sizin için odur” diye konuşabileceksin. Böyle giderse kamu üniversitelerinde eğitimin batacağını söyleyeceksin. Hata varsa, önceden haber vereceksin – verebilirsen.
Aydın dediğimiz yaratığın görevi budur efendim.