Bu “nefret” denilen şeyin suçu başka, söylemi başka. Ama bunlar ikiz. Nefret suçu iki unsurdan oluşuyor: 1) Ceza hukukuna göre işlenmiş bir suç olacak, 2) Fail, bu suçu önyargı nedeniyle işlemiş olacak. Yani, nefret söylemi olmadan “nefret suçu” da olmuyor. “Ne yani, ben birilerini sevmiyorsam söyleyemez miyim?” diyenlerin kulağına küpe olmak üzere bu ikizlere biraz bakalım. Önce “suç”a.
Ermenidir diye dövülen kadın
Olay tarihi ve saati: 5 Ekim Çarşamba, 14.30. Olay yeri: Zincirlikuyu Mezarlığı civarı, Garanti Bankası’nın önü. Olayın özeti: 40-45 yaşlarında İstanbullu bir Ermeni kadının, arabasına bindiği taksici tarafından, Ermeni olduğ u gerekçesiyle dövülerek kan revan içinde bırakılması.
Olayın cereyan şekli: Dövülen kadının ablası Facebook’a not yazmış: “Kızkardeşim taksici tarafından yumruklanmış, sonra da çekiştirilerek caddeye atılmış. Suçu Hıristiyan olmak. Kızkardeşime ilk başta: ‘Senin şiven bozuk. Yahudi misin, Ermeni mi?’ diye sormuş. Kardeşim, çok rahat olarak, ‘Ermeniyim’ demiş. Taksici başlamış dinimize hakaret etmeye, Kutsal Kitap ’a dil uzatmaya: ‘Sen kâfirsin. Cehennemde hepiniz yanacaksınız’ deyince, kızkardeşim de ‘Bana kâfir diyemezsin’ deyince adam geri dönmüş ve başlamış yumruklamaya. Kaşını patlatmış, kan revan içinde saçından tutarak caddeye fırlatmış.” Olay Türkiye ’ye Almanya’dan yansıyor; küreselleşme bu. Türkiye Ermenileri iletişim sitesi Hyelist’e ilk ileten Dr. Sarkis Adam’a Almanya’dan haber geliyor. Ermenice çıkan Marmara gazetesi de yazıyor.
Polis ilk defa ‘barıştırmıyor’
Ağzı yüzü dağılan kadına yardım için harekete geçen avukat dostum Kezban Hatemi’yle konuştum ve aşağıdaki, bu memlekette duymaya cidden alışmadığımız bilgileri ondan aldım: Kadın taksiye girince bakıyor taksimetre sıfırlanmamış, onu hatırlatıyor. Adam bunun üzerine “Senin şiven bozuk…” diye başlıyor. Arkasından da, “Kuran-ı Kerim’i yakan siz değil misiniz? Hepiniz kâfirsiniz!” diye sürdürüyor. Kadın itiraz ediyor: “Bana kâfir diyemezsin!” Bunun üzerine arkaya dönüp kadını dövüyor. Arabanın içi kan revan. Buraya kadar üç şey çok alışıldık: 1) Erkek kaba kuvveti rezilliği, 2) Gayrimüslim düşmanlığı, 3) TCK’da hâlâ açıkça cezalandırılmayı bekleyen nefret suçu.
Alışılmadık olan hususlar ise bundan sonrası. Bir kere, kadınla birlikte Levent karakoluna dört tanık gönüllü gidiyor; helal olsun. İçlerinden biri arabanın resmini çektiği için araba derhal bulunuyor, bağlanıyor. Şoför kayıplara karışmış. İkincisi, yine helal olsun, nöbetçi savcı Nurten Altınok olaya derhal sahip çıkıyor. O sırada, Levent Polis Merkezi’nden Ahmet Katipoğlu ve Asayiş Büro Amirliği’nden Cihan Demirbilek (bir helal de onlara çekeyim) yine inanılmaz biçimde arabanın mülkiyet durumunu derhal araştırıp öğrenmişler. Taksi, şoförün karısının üstüne çıkıyor. O da birine vekalet vermiş. O adamı buluyorlar. Ş.A. adlı bu kişi yanında biriyle daha geliyor, diyor ki: “Bu takside iki şoför çalışıyor, onlar da biziz!” Her ne hikmetse, döven şoförü korumakta. Bunun üzerine kadın savcı bu adam hakkında “yalan beyanda bulunmak”tan soruşturma başlatıyor. Vay canına sayın seyirciler, memlekette neler oluyor.
Devamı var. Karakoldan yüz bulamayan vekalet sahibi adam, karakol polislerini “İşkence yaptılar bize” diye gidip şikayet ediyor. Polis bu arada şoförün hüviyetine fotokopi biçiminde ulaşıyor. Ş.Ş. diye biri çıkıyor. Maltepe’de oturuyor. Eve gidiyorlar, kale gibi. Kapı duvar. Kadın savcı hemen evi arama emri çıkartıyor. Ben bu bilgileri aldığım zaman sonuç belli değildi. Ama şunlar belliydi: Adamın ilk olayı değil. Fatih Adliyesi tarafından aranmakta. Bir Rus kadına cinsel tacizde bulunmaktan ve ayrıca bir “mala zarar verme” olayından.
Gelelim, kan revan içinde bırakılan kadına. Annesi öldüğünden beri yalnız yaşamakta. Korku içinde. İsmini öğrendim: M., ama verdirmiyor. “Bu adam beni öldürür. Evraklarımı yırtın lütfen” diyor. Polisler teskin ediyorlar, teminat veriyorlar. Olaya sahip çıkan avukat Kezban Hatemi, koruma sağlanması için başvuruyor. Gelelim “masum” nefret söylemine… Bodrum’da çok sevdiğim bir dükkan kiracısı. Her zaman gittiğimiz The Garden’da içiyoruz, dükkanını kiraya vermiş olduğu anlaşılan bir adam öte yandaki masadan bununla yarenlik ediyor: Nasıl gidiyor işler? / Fena değil / Benim kiracı nasıl, para kazanıyor mu? / Onlar zarar etmez, onlar kazanır / Neden öyle dedin? / Ben onların normal yollardan para kazandığını sanmıyorum. Artık nasıl kazanıyorlar bilmiyorum. Sen tahmin et / Böyle bir şey olduğunu hiç sanmam. Ama varsa Emniyet ilgilenir. Benim ilgilendiğim, verdiği sözü tutuyor mu, kirasını ödüyor mu / İşte bu yüzden sadece para kazanmayı düşündüğünüz için siz bütün Bodrumlular bunlara kiraya verdiniz dükkanlarınızı. Şimdi bizim caddede artık Türkçe konuşulmaz oldu / Ne var bunda yahu / Sen bunların müşteriye ne kadar kötü muamele ettiklerini biliyor musun? Fiyat sorup da almayanı dövüyorlar / Bunu Kürtler böyle yapıyor diye mi söylüyorsun? Sen bana desen ki, şu dükkanı tutan kiracı şöyle yapıyor, anlarım. Ama sırf Kürtler yapıyor dersen ayrımcılık olur / Ben ayrımcılık yapmıyorum. Ben diyorum ki bu adamların hepsi aynı. Ben eşek gibi çalışıyorum, ancak yaşayacak kadar kazanıyorum, bunlar çok güzel para kazanıyor. Ben senin dükkanı o paraya tutamazdım, tutsaydım da ödeyemezdim / Demek ki sürümü olan mal satıyorlar. Sana hiç yakışmıyor böyle sabit fikir halinde bir milleti olduğu gibi itham etmek. Keşke bu konuyu açmasaydık / Ayıbettin yahu, hiç öyle olur mu, bugün biraz canım sıkkın da ondan…
Bir diğer tanık olduğum diyalog; bu seferki kadın: Turistler azaldı şükür. Hepsi gitse de rahat etsek! / Öyle deme, esnaf nasıl satış yapacak? / Aaa, Bodrum’da esnaf mı kaldı; hepsi Kürt!
Tekrar ediyorum. Bu iki insanı da tanıyorum, çok hoş insanlar. Nefret söylemi kullandıklarının farkında bile değiller. Ama bu böyle bir meret işte. Söylem “doğru adam”a ulaştığı anda, onun adına artık “nefret suçu” diyorlar. Nasıl ki, dayakçı şoförün nefret suçunun altında, onun kulağına kim bilir kimin fısıldadığı “Ermeniler Kuran’ı yaktılar” nefret söylemi yatıyorsa…
Not: 12 Ekim tarihli Milliyet’te bir sınıf arkadaşım köşesinde yazmış: “ Atatürk milliyetçiliğini bilen var mı nedir, diyor Baskın, Radikal İki’de. Oysa kendisinin aynı isimde kitabı var.” Evet, var. 1981’de bitirdiğim, çok okunmuş, yayıncının beş kere bastığı bir kitap. 99’dan beri bastırmıyorum. Çünkü aradan geçen 30 yılda öğrendiklerim bana çok farklı düşünmeyi öğretti. 30 yıl önceki bilgileriyle düşünenler (ve bununla iftihar edenler) de olabiliyor demek ki.