Baskın Oran

Mahrem yer’den kamusal alan’a, netlik ihtiyacı

Anlaşıldığı kadarıyla bu türban meselesi bizi daha çook meşgul edecek. Nerede takılır, nerede takılmaz, bu hangi gerekçeyle böyledir, daha epey işimiz olduğu anlaşılıyor.

Artık dinsel simgeden çok, iki taraf için de “inat” simgesi haline gelen türbanın gireceği veya giremeyeceği alan konusunda “rivayet muhtelif”. Burada türbanın takılamayacağı yer devlet daireleri midir, belediyeler veya KİT’ler bunun içine girer mi, TBMM girer mi, üniversiteler girer mi, açık-kapalı yer fark eder mi, herkes farklı düşünüyor.

Ben de düşünürken, nereden nereye, aklıma Aziz Nesin’in enfes bir öyküsü geldi, galiba adı “Mahrem Yer” idi. 1950’lerin ortasında okumuştum ve bana çook şey öğreten  büyük üstadım mealen şöyle diyordu:

“Gazetelerde bir haber okudum. Bir kadın yakalamışlar, mahrem yerinden bir paket esrar çıkmış. Mahrem yer nedir? Çünkü, eskiden bu bizim şehirlerimiz demekti; oralara yabancılar giremezdi. Sonra, mahrem yer bizim mahallelerimiz oldu; yanılıp da girenler sokakta durdurulur, uyarılırdı. Arkasından, mahrem yer bizim evlerimiz oldu. Zamanla, mahrem yerimiz yatak odalarımıza kadar çekildi. Striptiz çıktıktan sonra bir gördük ki, mahrem yer üç yıldıza kadar gerilemiş. Arkasından, baktık, üstteki iki tanesi düşüvermiş. Şimdilerde duyuyoruz ki, o tek yıldız da gitmiş, sen sağ ben selamet. Onun içindir ki soruyorum: Mahrem yerimiz neresidir, esrar paketi nerede yakalanmıştır?

* * *

Konuya doğrudan gireceğim: Böyle, Nasrettin Hoca usulü “ona değmiş, buna değmemiş” diye yer tanımı yapmanın içinden çıkılmaz. Bu konuda tek bir ölçüt olmalıdır: Kim hizmet alıyor, kim hizmet veriyor?

Devlet hizmetinden yararlananların, kim ve hangi nedenle olursa olsun, istediğini giymesine (türban) veya giymemesine (ör. sutyen) karışılamaz. Örneğin, PTT’ye pul almaya giden kadının üstüne başına karışılmaz. Çünkü, bu işin sonunun olmadığı bir yana, doğrudan insan haklarına aykırıdır.

Ama, hizmet veren devlet görevlisinin, örneğin PTT’de pul satan memurenin hiçbir dinsel simge takmasına izin verilemez. İki nedenden ötürü: 1) Dinler (veya, inançlar) arasında ayrımcılık yapmamak için; 2) Memurun temsil ettiği devletin temeli dine dayanırsa demokrasi olamayacağı için. Bunun sebebi de şudur: Egemenliğinin kaynağını “Millet” olarak ilan eden iktidarı 4-5 yılda bir seçimlerle değiştirebilirsiniz ama, egemenliğinin kaynağını “Tanrı” olarak ilan edeni değiştiremezsiniz; Allah’ın dediğine itiraz mı edilir? Bu yüzden, laik (daha doğrusu, seküler) düzen olmadan demokrasi düşünülemez.

Bu Hizmet Alan – Hizmet Veren ölçütünü koyduktan sonra, işler çok kolaylaşacaktır. Tabii ki reşit olmayan çocukların okul kurallarına uymaları doğaldır ama, üniversite öğrencisi kızların türbanla girememe durumu sona erecektir ve işin yüzde doksanı rahatlayacaktır. Üniversitede hizmet veren hocalar ise orada devleti temsil etmektedirler, onlar asla takamaz; ama üniversiteye hizmet (eğitim) almaya geldikleri için öğrencilerin üstüne-başına karışılmaz. Özel üniversiteler, dinler arasında ayrımcılık endişesi taşımıyorlarsa, hocalarının türbanını serbest bırakabilirler

Böyle bir çözüm, toplumsal barışa iki büyük katkı getirir: 1) Türban sayesinde büyüyen protesto hareketleri gerçek boyutuna iner; hem devlet hem de toplum rahatlar; 2) Kemalizm ile karşıtları, ömürbillah didişemeyeceklerinden, mantık ve nesnel ölçüt gereği tarafların bazı şeylerden vazgeçtiği ve bazı şeyler kazandığı bu durumda birlikte yaşamayı öğrenirler. Uzlaşmayı öğrenirler. Çoğulcu topluma alışırlar. O enfes fıkrası maalesef burada anlatılacak gibi değildir ama, “insana alışırlar”.  Ulusal birlik güçlenir.

Peki, “Amerika tipi laiklik” ne zaman gelecek? Yani, İslamcılar ne zaman istedikleri gibi giyinecek, vs.? Bir kere, ABD’de de dinsel simge takıp-takamama tartışması büyüktür ve genellikle taktırmazlar memurlara. İkincisi ve daha önemlisi, devletin din’i bizdeki gibi kontrol etmesi yerine din ile devleti tamamen ayırmasına (bu arada da, hiçbir dinsel kuruma vs. mali yardım yapmamasına) dayanan ABD (Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda) tipi laikliğin nedeni, bu ülkenin feodal dönemi yaşamamış olmasıdır. Bu ülkeler beyaz göçmenler tarafından kurulmuştur ve temel tutunum ideolojisi din olan feodal dönem o topraklarda daha yaşanmadan, avcılık-toplayıcılık aşamasından doğrudan doğruya ticaret kapitalizmine geçiş yapılmıştır. Yani, dinin kalıntıları olmağı için, korku da yoktur. Din’i devletten ayırır ve tamamen serbest bırakır.

Bizde, feodal dönemin kalıntıları henüz temizlenmedi. Yani, korku var. Ayrıca, sosyal adaletin acınacak durumda olması yüzünden insanlar harıl harıl kurtarıcı arıyor. Bu durumlarda dinden başkası umut vermez. Din yükselir. Devlete kendi ilkelerini empoze etmeye teşebbüs eder. ABD tipi laiklik demek olan din ile devletin ayrılması, dinin bu teşebbüsünden vazgeçeceği noktadan önce gelemez.

Bu nokta, Fransa’da 1905 yılında yaşandı. Bu tarihe kadar Fransız laikleri, aynen bizdeki gibi bir “çatışma laisizmi” (baskı) uyguladılar. Bu tarihte hem Fransız büyük burjuvazisi proletaryadan korkmayı bıraktığı için Kilise’yi desteklemeye son verdi, hem de Kilise iktidara talip olmaktan vazgeçerek ilgi alanını yalnızca öteki dünyaya yöneltti. Bunun üzerine, galiba daha önce de yazmıştım, Marie (Hz. Meryem) ile Marianne (Fransız devriminin simgesi kadın) barıştılar, çünkü “birbirlerini ehlileştirmişlerdi”.

1905 bize de gelecek. Onun için, AKP dönemini bir an önce yaşamamız iyi bir şey. İslamcılar ve Kemalistler neyi yapıp neyi yapamadıklarını fiilen görecekler. Mücadeleli bu dönem sonunda ikisi de ehlileşecek. Bu yaşanmadan sular durulmayacak.

 

Önceki Yazı
Sonraki Yazı