Türkiye yaz falan dinlemiyor; fıkır fıkır. TDK ülkemizde ayrımcılığı önlemek için kimi deyim ve atasözlerini sözlükten çıkarmaya girişti. Pek bilgili olduğu anlaşılan çevreler, “1939’dan 100 yıl sonra Hatay’da tekrar referandum yapılacak diye antlaşma maddesi var!” diye muazzam bir ifşaatta bulunarak bizi aydınlattılar. Mâbâdının haşmetiyle meşhur bir kardeşim gibiler, “Hadi artık mâbâd-ı âlinizi kaldırıp K.Irak’a saldırın” diye hükümeti sıkıştırmaya başladılar.
Ama sevgili okurlarım da beni Bodrum yaz artık diye sıkıştırıyor. Herhalde Bodrum yazmak, K.Irak cehennemine girip İsrailleşmekten daha bilimseldir…
***
Ayının kırk tane öyküsü varmış, kırkı da bal üzerineymiş. Bizim de herhalde bu yaştan sonra bellediğimiz değnekler var burada. Dalavera ve Ahmet, en başta.
Mesela Dalavera kaç gündür piyasada yoktu; kahvaltıya dahi çağıramadık: beli ağrıyor diye bahçeye bile uğramıyor. Bir seferinde torunu Mehmet’i yolladı, “haddinden fazla” temiz ve iyi niyetli bir oğlandır, ben ona birara “Oğlum, bir gel de dallardaki kuru yaprakları temizle, iyi gözüksün” demek gafletinde bulunmuştum.
Saat 19.30 gibi denizden dönüyorum, bu Mehmet, battal boy bir açık mavi plastik çöp torbasını sırtlamış, tam kapıdan çıkıyor. Bir de ne fark edeyim torbanın saydamlığı sayesinde? Bahçede gözüm gibi baktığım dört devasa mum çiçeğini dibinden sünnet etmiş, götürüyor atmaya! Artık içinden çıkardık, yeniden diktik, Allahtan mum çiçeği arsızdır çabuk köklenir. Ama birader, keratayı aile boyu haşladım, “Ulan ben bunları beş yıldır gözüm gibi uzatıyorum; baban da mı bahçıvandı ulan; lisansın mı var ulan; bahçıvan yanında mı çalıştın ulan; kim dedi sana önüne geleni katlet diye!”. Ama olan olmuş. Keratayı yolladık evine süklüm püklüm.
Bahçeye dönünce az daha ölüyordum; herif bir de yine gözüm gibi bakıp merdivenin korkuluklarına yıllardır teker teker bağlayıp bağlayıp sardırdığım enfes kokulu beyaz yasemini de şey kadar bırakmamış mı! Ulan buncağızdan ne istedin? Hadi kestin biçtin, üzerindeki kuru yapraklar niye duruyor olduğu gibi? İsterseniz ben de durayım, yaz vaktidir, daha hoş şeyler var yazacak.
***
Geçen gün dostum Şerefettin Elçi parti kurmaktan yorulmuş, bir haftalığına akü doldurmaya gelmiş, maaile Berk’te yemekteyiz, baktım bizim Dalavera oturmuş Ali Cengiz’in kahvede adaçayı içiyor. Belim der bahçeye gelmez, kahveye iner gecenin yarısı. Hemen seslendik, geldi masaya, karnı tokmuş, bir yudum rakı istedi. Biraz ahtapot, biraz turp otu, biraz hardal otunu meze gibi yaptım önüne. Anlattı durdu, artık. Şerefettin Beyin Columbia’dan tatile gelmiş kızı Evin’in pek hoşuna gitti bu canlı yerel tarih.
Onları yolcu ettik, Feyhan’la Zeyno’s’a oturduk. Bu Zeyno’s, Zeyno adlı bir hatun ve kocası. Bizim Halikarnas yokuşunun hemen dibindeki Gulet Otel’in altındaydı. Bu yıl Ya Allah deyip Azmakbaşı’na Penguen Pastanesinin karşısına gitmiş, bir binayı tümden tutmuş. Eskiden poğaça ve pasta yapardı, şimdi yemek de var ve yine çok lezzetli.
Dalavera’nın kitabından hatırlarsanız, Artemis’in yanında bir kulaçlık bir Lale Sokak vardır, ondan sonra bu bina gelir. Eskiden Şalvarağa’nın Fırını imiş. Şerefettin Bey, Feyhan’ın Bodrum düşkünlüğünü çok iyi anladığını yolda şöyle anlatmıştı: “Hocaam, Cizre şu anda cehennemden bir önceki duraktır; sıcak, toz, daha neler. Ama benim için cennettir. Her taşında bir hatıram vardır”. Feyhan’ın da ondan kalır yeri yok. İki kadeh arasında başladı:
“Şu Penguen Pastanesine bakıyorum, orayı görmüyorum. Ahmet Hamdi Bey’le karısı Emine Hanımı görüyorum. Bir de onların her kahrını çekmiş olan Emsal. Kıza da mirastan hiç bişey bırakmadılar denir ya, neyse”.
Valla, ben bile şurada daha sübyanım, on yıllık falanım, ben bile Dalavera’nın anlattıklarından, poyrazda binayı siper etmiş güneşlenen kaptanları görüyorum. Birazdan Ali Cengiz’in babası Tosunoğlu Memet geçecek eşeğiyle köylere elmayağı satmaya, eşeğin ayağı kayacak don tutmuş Azmak’a basıp devrilecek, cam küpler kırılacak, Tosunoğlu hak tu! diye eşeğin yüzüne tükürecek. Kaptanlar da domuzluk olsun diye mahkemede dava açacaklar!
Feyhan kaptırdı, devam: “Şu Şalvarağa’nın, bizim iftar yemeğini pişirirken ‘suyu kalmamış’ diye döktüğü gazın kokusu daha boğazımda”. Hızını alamıyor: “Halikarnas’a bakıyorum, diskoyu görmüyorum. Halime Hala’yı görüyorum. Gecenin saat 12’sinde, biz tam yatarken, elinde gemici feneri, bize doğru geliyor: ‘Yatmak yok! Kalkın! Oturucaz!’. Ben önceden seslenmişim içeri: ‘Baba! Anne! Kalkın! Edepsiz Hala geliyor!’. Babam yine giyinmeye başlıyor, ‘…maassabirin!’ diye söylene söylene. Gece uyuyamayan annem bir memnun, bir memnun!”
Sonra, gece karanlığında oynanan “kemik”e geçiyor. Ama benim yerim bitti. Türkiye’de çok fena bir mazarrat olmazsa haftaya devam ederiz. Zaten Can (Dündar) gelecek, kitap fuarında imza günü yapacağız. Tabii ki Dalavera, Feyhan vee, Ahmet’le birlikte. Çünkü herif, içinde kendisinden bahsediliyor diye benim Enişte Gözüyle Bodrum’u imzalıyormuş boyuna…