Prof. Dr. Baskın Oran, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’de Tek Adam Rejimi kurabilmek için sürekli gerginlik ve çatışma istediğini söyledi. Akademisyenler Bildirisini imzalayan ve Erdoğan’a hakaret davası açan Baskın Oran, Almanyadan yayın yapan Süddeutsche Zeitung’a konuştu. Selçuk Caydı’nın Süddeutsche Zeitung’da yer alan Baskın Oran’la söyleşisi şöyle:
Türkiye’de gazetecilere, karikatüristlere, bilim insanlarına karşı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret iddiasıyla açılan davalar rekora koşarken, Erdoğan’a karşı hakaret davası açmaya nasıl ve neden karar verdiniz?
Evet, Erdoğan’a şahsi hakaret davası açtım. Çünkü aralarında benim de bulunduğum, Türkiye’yi parçalayan Kürt savaşının durdurulmasını isteyen Akademisyenler Bildirisi imzacılarına TV’lerden yayınlanan 4 ayrı konuşmasında aynen şu sözlerle ağır hakaret etti:
“Alçak”, “Zalim”, “Kapkaranlık”, “Cahil”, “Tiksinti verici”, “Vatan haini”, “Lumpen”, “Terör örgütünün maşası”, “Ahlaksız”, “Mandacı artığı”, “Ruhu kirlenmiş güruh”.
Dava açmam için en az 3 sebep vardı.
Şahsi sebep: Onur diye bir şey var; ağır hakaretlere dayanamadım.
Mesleki sebep: Öğrencilerimin öğrencileri olan genç akademisyenler bu imza yüzünden hücrede yatırılırken, bir emeritus profesör olarak dayanamadım.
Kamusal sebep: Türkiye’de yönetenlerin de hukuka tâbi oldukları bilinsin istedim. Bu hakaretlerin bir tanesini Türkiye’de kim kime yapsa, hele de “alçak” ve “vatan haini” dese, hapis ve tazminat cezası alır. Erdoğan twitter’da veya facebook’ta iki kelime yazan gençlere derhal dava açıyor; şu ana kadar 2.000’i geçti. Ben bu sudan davaları açan kişi olan cumhurbaşkanına dava açtım.
Yargı mekanizması üzerindeki ağır baskılar biliniyorken başka bir yöntem düşünmediniz mi?
Ne yapayım başka? TC Anayasası Md. 34’te bir hak olarak belirtilen “silahsız ve saldırısız gösteri düzenleme hakkı”mı kullanıp, zırhlı polis araçlarından derhal sıkılan biber gazını ve basınçlı suyu mu yiyeyim? Dayağın üzerine bir de gözaltına mı alınayım?
Hadi alınayım; ama bunları yaparsam Erdoğan’ın amaçlarına hizmet etmiş olurum. Erdoğan Türkiye’de Tek Adam Rejimi kurabilmek için sürekli gerginlik ve çatışma istiyor. Çünkü “İnsanları yeterince korkutursan otoriteye sığınır” kuralını uyguluyor. Kürt meselesinde 28 Şubat 2015’te Hükümet ile HDP arasında varılan Dolmabahçe Mutabakatı’nı bu yüzden reddetmiş, masayı devirmişti.
Erdoğan bugüne kadar TC vatandaşlarına (hatta, bunların arasında Almanya’daki Almanlar da var) 2.000’den fazla hakaret davası açtı. Erdoğan’ın “doğal yargıç” prensibine aykırı olarak tayin ettirdiği Sulh Ceza yargıçları bu davaların ilk duruşmasında derhal tutuklama veriyor. Yani, dava sonunda beraat etseniz bile aylarca içeride yatmış oluyorsunuz. Özet olarak, devlet terörü.
Bu durumda yapılacak tek şey, kendisinin ana yöntemi olan “en iyi müdafaa hücumdur” kuralını uygulamak: Dava. Kaldı ki, AİHM içtihadına göre, hukuk tarafından en fazla korunması gereken vatandaştır, en az korunması gereken de devlet adamlarıdır. Hakkımı Türkiye’de alamazsam Strasbourg’da alırım. Maalesef böyle.
Siz 12 Eylül 1980 cuntası döneminde yayınlanan Aydınlar Dilekçesi’ni de imzalamıştınız. Mukayese eder misiniz?
Türkiye’deki üçüncü askerî yönetim döneminde, özgürlük isteyen Aydınlar Dilekçesi’ni imzalamıştık 1984’te.
Samimi söylüyorum, o askerî dikta döneminde bu kadar baskı görmemiştik bu dilekçeyi verince. Bir kere, imzacıları tutuklamamışlardı. İkincisi, imzacılardan bir kısmına (üstelik, askerî mahkemede!) açılan dava sonucunda kimse mahkum olmamıştı.
Üçüncüsü, Erdoğan azıcık demokrasi isteyen herkese doğrudan “vatan haini” diyor. O zamanki devlet başkanı Org. Kenan Evren, Aydınlar Dilekçesi’ni okuyunca bu iğrenç tabiri çok çok dolaylı biçimde kullanmıştı: “Son Padişah Vahdettin de aydındı. Ama memleketi düşmanlara teslim etti. Ben ne yapayım öyle aydını!”
Erdoğan’a karşı çıkmak neden bu kadar cesaret gerektiriyor?
Çünkü Erdoğan herkesin ödünü koparmış vaziyette. İhlal edilen madenci haklarını savunan veya ağaçların kesilmesini protesto eden gençlere bile basınçlı su, biber gazı, cop, tutuklamalar. Çok iyi satan muhalif gazeteleri ve çok başarılı holdingleri kayyumlar vasıtasıyla kapatma ve/veya iflas ettirmeler. Her ağzını açışında hakaretler. Bir telefonla işten attırmalar. AYM kararı hakkında “saygı duymuyorum, uymayacağım” demeler. Yapılan seçim aleyhine sonuç verince hükümetin kurulmasını 45 gün önleyip yeni seçim yaptırmalar. Ne ararsan.
Ben 71 yaşımdayım. 1960, 1971, 1980 ve buçuk olarak 1997’de 3,5 askerî darbe yaşadım, 71’de hapis yattım, 80’de sekiz yıl üniversiteden atıldım, ama bugünkü gibi devir görmedim. Beni bırak, çok yakın dostum olan İstanbul eski belediye başkanlarından Ahmet İsvan, ki 93 yaşında bir çınardır, o da görmemiş.
Bugünkü Türkiye’de cesaret ne anlama geliyor?
Benim durumumdaki biri için buna “cesaret” değil, “tutarlılık” demek daha doğrudur. Emekliyim, eşimin de geliri var, aç kalmam, benim yaşımda bir profesörü içeri atmak da benden çok Erdoğan Rejimi’ne zarar verir.
Ben cesaret diye, mesela İzmir yargıçlarından Murat Aydın’ınkine derim. Cumhurbaşkanına hakarete özel ceza biçen TCK Md. 299’un iptal edilmesi için AYM’ye başvurdu. Eh, faturası da geçen hafta geldi: İzmir’den Trabzon’a tayini çıktı. Büyük Sahra çölüne çıksa daha rahattı, çünkü cumhuriyetten önce Ermeni ve Rumların çok yoğun yaşadığı Trabzon bugün silaha tapılan D. Karadeniz bölgesinde milliyetçi-mukaddesatçıların Kâbesi gibi bir yer.
Mesela, Erdoğan’ın memleketi olan komşu il Rize’de Şubat 2005’te bir gazete haberi: “Deniz Caddesi’nde bir papaz görüldü, yaylaya doğru kaçtı, gençler peşinde”. Trabzon’da aynı yılın Nisanında basın açıklaması yapan gençler 2 yerde linç edilmek isteniyor. Şubat 2006’da Katolik papaz Santore 16 yaşında bir genç tarafından burada dua ederken öldürülüyor. Ocak 2007’de Ermeni gazeteci Hrant Dink’i arkasından vuran 17 yaşındaki genç Trabzon’dan gidiyor İstanbul’a, öldürmeye.
Diğer yandan, sizin “cesaret” dediğiniz şey çok özel bir şey değil. Çünkü, bir kere, “Korkunun ecele faydası yoktur”. İkincisi, bu Erdoğan sen sindikçe senin üzerine gelen cinsten. Üçüncüsü, bıçak kemiğe dayanınca korku anlamsızlaşıyor. Dördüncüsü, kırk yıl boyunca Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrencilere diktaya karşı durmayı öğretip de sonra tüymek olmaz; orada hâlâ ders verdiğin çocukların yüzüne nasıl bakacaksın? Daha sayayım mı?
Açtığınız davayı kazanacağınızı umuyor musunuz?
Yahu ben bu davayı kazandım bile! Erdoğan benim ve daha 3 akademisyen arkadaşımın davalarına verdiği cevapta kendini nasıl savundu biliyor musunuz? “Bunları (hakaretleri kastediyor) söylemek benim ifade özgürlüğüme girer” dedi. Bundan daha büyük zafer olur mu diktaya koşan birine karşı?
Kaldı ki, ben Türkiye yargısında çok dürüst yargıçların bulunduğuna inanıyorum. Böylesine rastlamasak bile hiç dert değil; böyle girişimler tarihe geçer. 1.260 kişinin imzaladığı 1984 “Aydınlar Dilekçesi” gibi, 2004’de yazdığım resmî “Azınlık Raporu” gibi, 2008’de 4 arkadaş başlattığımız ve 32.000 kişinin imzaladığı “Ermenilerden Özür” kampanyası gibi girişimler.
Bugünü olmasa bile çocuklarımın ve torunlarımın Türkiyesi’ni yaşanabilir kılar.