Dışişleri’nin “21. Yüzyılın Başında Türk Diplomasisi ve Bölgesel/Küresel Düzen” konferansındayız. Açılışın ön konuşmasını yapan, Princeton’dan Prof. R. Falk tam sözünü bitiriyor ki, takdim edeceği Davutoğlu’nun önüne o bitmez tükenmez kartlardan birini daha bıraktı Özel Kalem. Kısa bir fısıldaşmadan sonra profesör, Davutoğlu’nu kürsüye davet edecek yerde, kısa bir açıklama yapıyor: “Elimizde olmayan teknik sebeplerle bir kahve arası veriyoruz”. Oysa, daha başlayalı yarım saat olmamış. Sonradan öğreneceğiz ki kartta İran dışişleri bakanının mesajı var: “Tamam, kabul ediyoruz, gel.”
Yine Falk’un yönettiği, 4. çalışma grubundayız: “Uluslararası İlişkilerde Kırılmaların Tarihsel Perspektifi”. Kanadalı profesör Hampson bir soru atıyor ortaya: “Şu anda Türk dış politikasında görülen hareketlilik uluslararası sistemin gidişiyle uyumlu mu, yoksa akıntıya karşı kürek mi çekiyor?” Evvelki hafta yazdıklarımın bir kısmını tekrar pahasına, bu soruya verdiğim cevabı özetlemek istiyorum.
Uluslararası sistem
Bakan Davutoğlu “Eksen mi değişiyor?” konusunda diyor ki: “Şu andaki durumda eksen kalmadı ki değişsin!” Tabii ki var eksen; hem de iki tane. Osmanlı’nın gerileme devrinden beri de hep oldu: 1) Batıcı dış politika, 2) Bölgede herhangi bir büyük devletin tekel sahibi olmasını engellemeye yönelik dengeci dış politika.
Batılıların bütün “Eksen değişiyor” telaşlarına rağmen Türkiye’nin ne yapmak istediği fazlasıyla açık: Orta Boy Devlet’ten Stratejik Orta Boy Devlet’e geçiş yapmak istiyor. Hep istedi. En uygun ortamı da Atatürk döneminde yani iki savaş arasında buldu. Çünkü dünyaya egemen olan Batı o sırada çok meşguldü: Hitler ile Mussolini, Sovyetlerin doğuşu, 1929 Bunalımı. Ama Türkiye’de böyle bir fırsattan yararlanacak takat yoktu; fakr-u zaruretle ve reformlarla uğraşıyordu.
Stratejik Orta Boy Devlet’in dünya politikası üzerinde etkisi olamaz ama bölgesel politika üstünde olabilir. İki şartla: 1) Jeostratejik bir konumunun olması. Kolayına değişmeyen bu unsur sağlam biçimde mevcut: Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu yani Bermuda Şeytan Üçgeni’nde bir tek Türkiye oturuyor, 2) Göreli özerkliğe sahip bulunması. Yani uluslararası sistemden ve büyük devletlerden nispeten özerk hareket edebilmesi. Tabii, şu üç durum bir arada geçerli ise:
a) Uluslarararası sistem bu özerkliğe izin verir nitelikte olmalı. Mesela tek kutuplu veya katı iki kutuplu bir sistem (Soğuk Savaş) izin vermez. Blok liderleri özerklik şarkıları söyleyenleri yerlerine oturtuverir. Bugünkü gibi nispeten çok kutuplu hale gelmek için sadece Soğuk Savaş’ın değil, Bush emperyalizminin de sonunu beklemek gerekmiştir. Rusya’nın yanı sıra D. Asya ülkelerinin sivrilmeye başladığı bir sırada Bush, 19. yüzyıl emperyalizmini 21. yüzyılın başında uygulamaya kalkmak akılsızlığı yüzünden (zaten inişe geçmeye başlamış olan) ABD’yi Irak’ta iyice rezil etti (milliyetçilik, milletin başına beladır). Bermuda Üçgeni’nde etkili olabilmek için, bütün dünyaya söz geçiren Hegemon Devlet bir Eksen Ülke’ye kesinlikle muhtaç. Davutoğlu’nun arabuluculukları ve Osmanlı’nın hiçbir zaman ulaşamadığı topraklardaki (Rusya, Kara Afrika , Kafkasya, vb.) hiperaktif politikası işte bu boşluk nedeniyle ve sayesinde.
İsrail’e posta atmak
Böyle bir “Eksen Ülke” şimdiye kadar biraz Türkiye, ama esas olarak İsrail idi. Fakat İsrail, ırkçı yerleşim politikasıyla ve artık vahşileşmiş şiddetiyle bir yandan kendisini, diğer yandan da ABD’yi çukura sürüklemeye başladı; artık hegemon devlet için güvenilir değil. Şunu da ilave edeyim sırası gelmişken: Eğer bugün Türkiye, Yahudi lobisi ve ABD desteği gibi devedişi misali unsurlara rağmen İsrail’e posta atabiliyorsa, bu belki de ABD’nin, kendisine lüzumsuz yere zarar vermeye başlayan bir İsrail’in Türkiye tarafından biraz “ehlileştirilmesi”ni istediğindendir? Yani, netice-i kelâm, şu andaki uluslararası sistem Türkiye için müsait.
b) Göreli Özerk olabilmek için bölgede sorunsuz olmak gerek. Bölgesiyle durmadan cebelleşen bir Türkiye paratoner gibidir; bela çeker. Davutoğlu’nun “Komşularla sıfır sorun”u bundan geliyor: Daha düne kadar Suriye, Yunanistan, Rusya, İran gibi ülkelerle didişen Türkiye bu felsefe sayesinde bugün “herkesle konuşabilen” konumuna geldi. Ve bunun sayesindedir ki, arabuluculuk gibi çok zor (ve prestijli) bir zanaat geliştirebildi.
Fakat henüz bütün sınırlarını sakinleştirebilmiş değil. Kıbrıs bir yana, Ermenistan konusu var. Erdoğan’ın, daha protokol mutabakatı haberi yeni gelmişken Bakü parlamentosuna koşup “Karabağ işgal edildiği için Türkiye kapıları kapatmıştır. İşgal kalkmadan da açması mümkün değildir. Bunu TC’nin başbakanı söylüyor” (Milliyet, 14.05.09) demesi yüzünden. Ama Türkiye, kendi imzaladığı (ve dış politikasının fevkalade önemli bir açısını oluşturan) protokollere bu kadar aykırı hareket etmeyi sanmıyorum ki çok fazla sürdürebilsin. Nitekim, Erdoğan’ın 17 Mayıs’ta başlattığı Bakü ziyaretinde, Kelbecer ve Fuzuli’den çekilme karşılığında Azerbaycan-Ermenistan sınırının (yani, Türkiye sınırının) açılması konuşulmakta (C. Çamlıbel, Hürriyet, 17.05.10). Netice-i kelâm, dış politika, çok yakın geçmişin gülünç sidik yarışlarından çok büyük ölçüde kurtulmuş vaziyette. Hele, aslında bu konuyu ayrıca yazmak gerekir ya, Taraf’ın “İkinci Tanzimat Fermanı” dediği “Azınlıklarımıza saygı” genelgesi (13.05.10) Türk dış politikasına inanılmaz bir hayat öpücüğü getirdi; hazırlayanların ellerini öpeyim.
Dışta başarı için içte demokrasi
c) Göreli Özerk olabilmek için iç politikanın da uygun olması gerek. İki açıdan: a) Bölgeye çıkartma yapabilen bir ekonomiye sahip olmak lazım. Bu, bir süredir var, b) “Demokrasi” terimiyle özetlenebilecek bir iç düzen lazım. Bu, 2001-04 arasında yaşanan, 2008’den sonra tereddütlerle devam eden reformlar demek. Bazı çevrelerce cansiperane savunulan 12 Eylül darbe anayasasından (bkz. geçen haftaki Danıştay Başkanı yazım) tamamen kurtulmadan sonuç alınamaz ama, şimdilik değişiklik paketiyle kıl koparıyoruz; Allah kerim! Netice-i kelâm: İçeride ne kadar demokrasi, dışarıda o kadar Göreli Özerklik.
Bütün bu söylediklerimin sonucu: Türkiye gibi bir ülkenin kuruluşundan beri dönüşmeye çalıştığı “Stratejik Orta Boy Devlet” açısından gerekli Göreli Özerklik için ortam her zamankinden daha uygun: Uluslararası sistem, dış politika, iç politika. Bu açıdan, “akıntı doğrultusunda” kürek çekiyoruz.
Konferansta özet olarak bunları söyledim. Katılanların çoğu yabancı olduğu için onları değil bizi ilgilendirir diye iki çok önemli şeyi söylemedim: 1) TSK’nın ve Yüksek Yargı’nın engellemeye çalıştığı demokratikleşme ve özellikle de Kürt sorunu çözüme kavuşmadıkça, Göreli Özerklik hayaldir. 2) 2009 verilerine göre sadece 991 diplomatla çalışan bir Dışişleri (ABD: 12 bin), TC bütçesinin binde 3,2’sini oluşturan fındık kadar bir bütçeyle (Diyanet’inki bunun üç katı) bu proaktif politikayı ancak bir yere kadar götürebilir.