Baskın Oran

Türkiye’de aydın ve demokrasi

Dikkat ettiniz mi bilmem: En sık kullandığımız terimlerin anlamı çoğunlukla net değildir. “Aydın” bunların başında gelir. Önce izninizle biraz teori yapalım, sonra ülkemize döneriz.

Aydın terimi Batı dillerine çevrilemez. Çünkü yalnızca azgelişmiş ülkelere özgüdür. Ortaçağ’ın izlerini silen “Aydınlanma”dan gelir. Aydın, bu çağı yaşamamış olan kendi ülkesinde onu simüle etmeye çalışan toplumsal tabakanın adıdır.

Toplumsal tabaka? Küçük burjuva’nın hayatını okumuşlukla kazanmayan türüne “esnaf”, kazanan türüneyse “aydın” denir. Bu ikisinin arasında ilginç bir karşıtlık vardır: Birinci tür, yani esnaf, Batılılaşmaya karşıdır. Çünkü Batı’nın altyapısı olan kapitalizmin tekelci eğilimi onu devreden çıkarır (“Kahraman Bakkal Süpermarket’e Karşı”), Batı’nın üstyapısı da zıvanadan çıkarır (cinsel özgürlük, mini etek, vs.).

İkinci türü oluşturan aydın ise, tam tersine, Batı’dan ayrı düşünülemez. John Kautsky’nin çok öğretici tanımıyla o, “modernleşme kendi ülkesine ulaşmadan modernleşmenin ürünü olan” kişidir. Bunu yapan Batı eğitimidir. Ülkenin geneli Batı’yla ilgisiz olduğu için, bu eğitimi alınca ülkesine yabancılaşır. Yabancılaşınca,  orada yaşayabilmek için ülkesini Batı’ya benzetmeye girişir. (Zaten bu nedenledir ki, İslamcı aydın olmaz. Müslüman (mütedeyyin/dindar) aydın olur, ama İslamcı aydın olmaz). Tabii, bunu yapabilmesi için işe Bağımsızlık’ı elde etmekle girişecektir çünkü bu evre Batılılaşma için gerekli ön aşamadır.

Aydının 2 temel sınıfsal niteliği vardır. Sınıflararası (yani proletarya ile burjuvazi arasında) oluşu onu kompleksli ve yetenekli yapar: Aşağıya düşmemek ve yukarıya çıkmak çabasının sonucudur bu. Zaten aydına “belkemiksiz” denmesi de bu yüzdendir.

Asıl önemli olan, aydının sınıflarüstü niteliğidir. Çünkü, alttan hiçbir reform talebi üretmeyen (hatta, tersini üreten) ülkesinde sınıf yapısının gelişmemiş olmasından yararlanarak devleti ele geçirir ve “yukarıdan devrim” yapar. Yukarıdan devrim, devleti ele geçiren aydının hukuku (üstyapıyı) değiştirme yoluyla ülkeyi toptan değiştirmesinin adıdır.

Hangi Batı?

Bu durumda aydın kavramının 2 temel çizgisi ortaya çıkıyor: 1) Batıcıdır; 2) Kurduğu devletle kendini özdeşleştirmiştir.

Ama, hangi Batı? Nasıl devlet? Aydın, model aldığı Batı’yı belli bir tarihte donmuş kabul ederek statik olarak mı algılayacaktır, yoksa Batı’nın evrimini izleyen dinamik bir yorum mu yapacaktır?

2007 yılının AB tarafından temsil edilen Batısı, “tek” kelimesiyle başlayan kavramlar (tek parti, lider, kültür, dil, ideoloji, millet, vs.) tarafından temsil edilen 1930’lar Batısının antitezi olduğu için, bu iki sorunun yanıtı fevkalade önemli. Aydın eğer birinci (statik) yolu izlerse anti-Batı bir tutuculuğa saplanabilir. Bu uğurda, ülkenin yaşamına bitmek tükenmek bilmeyen anti-demokratik müdahalelerde bulunmaya girişebilir. Her etkiye bir tepki gelmesi fizik kuralı olduğuna göre, bu müdahalelere gelecek kaçınılmaz tepkiler ülkenin iç dinamiğini yıpratabilir. Dahası aydın, devleti yönetmenin ister istemez getirdiği bir dizi ayrıcalığı koruma peşine de düşebilir.

Türkiye’de aydın, ülkeyi 1920 ve 30’ların Batısına uydurmak yönünde çok ciddi bir başarı kazanmıştı. Yarı-feodal bir imparatorluktan modern bir ulus-devlet’e geçişi sağlamıştı. Ümmet’ten millet’e geçişi başarmıştı. Tebaa’dan vatandaş’a geçişi temin etmişti.

Fakat  bugün, soyadı asimilasyon olan ulus-devlet’ten demokratik devlet’e geçmeyi vatanı bölmekle eş tutuyor. Alt kimlikleri tanımayı reddeden millet’ten çoğulcu ulus’a geçmeyi ihanet olarak yorumluyor. Alt kimliği inkar edildiği için bu ülkede kerhen yaşayan vatandaş’tan, alt kimliği tanındığı için bu ülkede severek yaşayacak vatandaş’a geçmeyi engellemek için kendini paralıyor.

2007 = 1930 ?

Bugün maalesef çoğu aydın, kendisine “Kemalist” adını yakıştırarak, gerek devletin statüsü (bağımsızlık ve egemenlik) ve gerekse yurttaşın statüsü (özgürlükler) bakımından 1930’larda demir atmış vaziyette.

1) O tarihlerde yani iki dünya savaşı arası dönemde “bağımsızlık” kavramı gerçekten güçlüydü. Çünkü hem İngiltere-Almanya arasındaki çekişme üçüncü ülkeler için geniş bir bağımsızlık alanı yaratıyordu, hem de 1929 ekonomik bunalımı Batı’yı kendi başının derdine düşürmüştü. SSCB de o dönemde doğmuştu. Daha önce ve daha sonra böyle bir döneme rastlanmadı. Bugün onu aramak tam bir aymazlık.

Kaldı ki, öyle bir ortamda bile Türkiye bugünkü çoğu aydının “bağımsızlıktan/egemenlikten vazgeçme” olarak nitelendirebileceği neler yaptı, Lozan’ı bilmedikleri için farkında değiller. Türkiye Musul konusunda kesin kararı Milletler Cemiyeti Meclisi’nin vereceğini ilan etti (Lozan md.3/2). Azınlıklar konusundaki 38-44. maddelerin “hiçbir resmî metin ve hiçbir resmî işlemle” değiştirilemeyeceğini kabul etti (md.37). Gümrüklerini 5 yıl yükseltmemeyi taahhüt etti.  “Danışman” adı altında gelecek yabancı uzmanların yargı mekanizmasını ve sağlık hizmetlerini 5 yıllığına denetlemelerini kabul etti. Her TC vatandaşının açık toplantılarda, basında ve yayında istediği herhangi bir dili kullanmasını kabul etti (md.39/4). 29 Ekim 1914’ten önce verilmiş ekonomik imtiyazları geçerli saydı.

Bütün bunların farkında değiller. Bir ülkenin kendi iradesiyle ve sınıf atlamak için yapacağı egemenlik devrini “bağımsızlıktan vazgeçme” olarak algıladıkları için bugün AB’ye girmeye de karşı duruyorlar. XIV. Louis’den sonra “L’Etat, c’est moi” (Devlet ben’im) demeyi marifet sayıyorlar. “Anti-emperyalizm” adı altında yabancı düşmanlığının sınırlarını zorladıklarının farkında değiller.

2) Türkiye’deki aydınların çoğu; bireyin özgürlüğü, ademi merkeziyet, çokkültürlülük gibi konularda 1930’larda kalakalmış vaziyette. Bugünkü Batı’nın bu temel ilkeleri gerçekleşirse “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü”ne bişeyler oluvereceği şiirini hazırolda ezbere okuyorlar durmadan. İç dinamiğin özerk sürecini askerî darbe ve müdahalelerle sürekli olarak engelliyorlar.

“Batı” kavramının bu statik/arkaik algılamasına, bir de, bu engellemelere gelen seçmen tepkisinden ve ayrıca on yıllar boyu kendi yarattıkları zombilerden duydukları ürküntüyü katın, bugünkü çoğu aydının Batı ve onun demokrasisi hakkında ne düşündüğünü hemen anlayabilirsiniz. Tabii, 1920’ler zihniyetinin sağladığı ayrıcalıklardan yoksun kalma duygusunu da eklemeniz tavsiye olunur.

 

Önceki Yazı
Sonraki Yazı