Ömer Madra: Açık Gazete’de bugün çok eski dostlarımızdan Baskın Oran’ı konuk ediyoruz. Profesör Baskın Oran, 1964 yılından bu yana arkadaşım ve Mekteb-i Mülkiye-i Şâhâne’de birlikte oda arkadaşlığı da yaptığımız uzun süreli bir akademik birlikteliğimiz var. Hoşgeldin Baskın.
Baskın Oran: Selamlar.
Ö.M.: İzmir’in işgalden kurtulmasının yüzüncü yıl dönümünde İzmir yangınını konuşacağız. Üzerinde tartışmalar olan ve insanların, özellikle de İzmir’deki azınlıkların yerlerinden, yurtlarından olmalarına, kaçmalarına yol açmış bir hadise. Hem bir İzmirli olduğun hem de bu konularda ayrıntılı çalışmalar yaptığın için seni davet etmek istedik Baskın.
B.O.: İzmir, İstanbul’dan sonra imparatorluğun en önemli şehri. Doğu’ya açılan limanları var. İzmir’de 1922 yılının 13 Eylül’ünde başlayan ve ancak 18 Eylül’de söndürülebilen bir yangın yaşanıyor. Meşhur İzmir yangını denilen olay bu. 25 bine yakın mülk yok oluyor. İçlerinde ev, iş yeri, kilise, hastane, fabrika, tütün depoları, otel ve lokantalar var. Bu olayın ilginç tarafı hiçbir kanıtlanmış belgesi olmaması. Sıcağı sıcağına söylenmiş şeyler var. Türk resmî makamları hiçbir şey söylemiyorlar. Biz biliyoruz ki hiçbir şey söylenmediği zaman bu çok şey söylemektir. Bu yangının kimler tarafından çıkarıldığı konusunda tespit edebildiğim birkaç teori var.
Birincisi yangının kendi kendine çıktığı teorisi. Eylül başı sıcaktır ve İzmir’i o sıcaktan kurtaran tek bir şey vardır, denizden esen imbat. Bir de “eşek imbatı” denilen bir şey vardır. Ortalığı duman eder. İşte o eşek imbatıyla yayıldığı söyleniyor yangının. Ama herkes bu konuda hemfikir değil. Çünkü birçok yerde aynı anda çıkıyor yangın. Dolayısıyla yangının kendi kendine çıkması çok düşük bir ihtimal. İkinci teori ise yangını Hristiyan mahallerini yakmak isteyen Türklerin başlattığı. Türkler zaten dört gün önce İzmir’i ele geçirmişler. Şehrin en iyi mahallelerini de ele geçirmek yerine niye yaksınlar? Olacak iş değil. Üçüncü teori Yunan ordusunun yaktığı. Yunan askeri 9 Eylül’den itibaren müttefik gemilerine ve Yunan gemilerine sığınmış vaziyette. Körfez’de ve üstelik bu tarihten dört gün sonra etkileri sıfırdır. Ortalıkta dolaşmaları mümkün değil. Dördüncü teori ise İzmirli Rumların yaktığı yönünde. Osmanlı’da her etnisite kendi çöplüğünde eşinir. Yani kendi mahallesinden başka yerde etkili olmaz. Rumlar, İstanbul Rumları gibi yerleşik ve oranın insanlarıdır. 6-7 Eylül olaylarından, büyük pogrom rezaletinden sonra bile İzmir’de kaldılar. İzmir ve Türkiye’yi esas terk edişleri 1964’te Rumların sınır dışı edilmesi üzerine oldu. Çünkü bu memlekette gayrimüslimlerin, hele de Ermenilerin ve Rumların yaşamasının zor olduğunu anlamışlardır. Beşinci teori ise Ermenilerin yaktığı. Yangında esas Ermeni mahalleleri mahvolmuş. Yanan yer bugünkü adıyla Basmane. Fransız Kültür Merkezi civarı ve bütün İzmir Fuarı. Buralar Ermeni mahalleleri… Yangından bir saat öncesine dair çeşitli söylentiler var. Bir Türk ayakkabı boyacısının sokaklardan bağırarak geçtiği ve buradaki Müslümanlara kaçmalarını bildirdiği yazılmış. Yangından kısa süre önce bazı Türk kuruluşlarının taşınmış oldukları da biliniyor.
Geriye kalan son teori Sakallı Nureddin Paşa’nın yangını organize ettiği teorisi. Sakallı Nureddin Paşa, bugün dinci dediğimiz takımın ordudaki en üst düzey temsilcisi. Hatta o sıradaki mevcut bütün generallerden, Mustafa Kemal dahil, daha kıdemli. Sakallı Nureddin Paşa, İzmir’e giren ilk rütbeli. Sakallı Nureddin Paşa’nın çok sabıkası var ve psikolojik açıdan çok tartışmalı biri. İzmir’e girer girmez şehrin eşrafı kendisini ziyarete geliyor. Bunların arasında İzmir, Rum metropoliti Hrisostomos (Kalafatis) da var. Hrisostomos’u Türk mahallelerinin arasından geçiriyor ve halk metropoliti linç ediyor. 1921’de, yani aşağı yukarı bir yıl önce, Pontuslu Rumlara ve Karadenizli Ermenilere karşı, Mustafa Kemal Paşa’nın öldürmek zorunda kaldığı sadist Topal Osman’la birlikte yaptığı muazzam mezalim de dillerde. Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabında Topal Osman’ın vapur kazanına kömür yerine canlı adam atıp yaktığını yazmış. Nureddin Paşa’nın ise gaddarca bastırdığı 1921 Koçgiri İsyanı vardır. Ve o isyandaki meşhur lafı akıllarda kalmıştır, “Zo diyenleri temizledik şimdi sıra lo diyenlerde.” Zo diyenler dediği Ermeniler, lo diyenler de Kürtler. Meclis, Nureddin Paşa’nın Divan-ı Harp’e verilip mahkûm edilmesini istiyor. Mustafa Kemal Paşa müdahale edip zor kurtarıyor. Metropolit Hrisostomos’un linç edilmesinden iki ay sonra İzmit’te Ankara Hükümeti aleyhine yazı yazmış olan gazeteci Ali Kemal’i tren garında sivil kıyafetli erlere linç ettiriyor. Bu insan bir linç hastası. Gazi Mustafa Kemal de 1927’de mecliste okuduğu BüyükNutuk‘ta kendisine karşı antipatisini ciddi biçimde belirtir. Tam 16 sayfa boyunca ağır konuşur Sakallı Nureddin Paşa hakkında.
Ö.M.: Ama onu koruyor bir yandan.
B.O.: Çünkü o sırada insan kıtlığı var. Bir avuç asker her şeye rağmen müttefiklerin desteklediği Yunan ordularına karşı mücadele etmeye çalışıyor. Gazi Mustafa Kemal, 16 sayfa boyunca eleştirdiği adam hakkında başta hiçbir şey söylemiyor. İzmir yangınına dair bir tek kelime etmiyor. Sadece Nutuk‘ta değil, sonrasında da etmiyor. Benim gördüğüm kadarıyla bunun sebebi Sakallı Nureddin Paşa’nın eyleminin “Türkler yaktırdı” diye yorumlanma tehlikesi. 12 Eylül döneminde darbeci askerler, Sakallı Nureddin Paşa’nın mezarının Atatürk Orman Çiftliği’ndeki devlet mezarlığına taşınmasını söz konusu ettiler. Fakat her yönden öyle büyük tepki aldı ki, karar yine 12 Eylül darbecileri tarafından geri çekildi. Atatürk’ün kendisinden hoşlanmamasının sebepleri çok. Bir kere Koçgiri İsyanı döneminde mecliste başını büyük belaya sokuyor. Ayrıca Nureddin Paşa tam bir dinci. Mesela İzmir’de ilk ziyaretini valiye yapacağına şehrin müftüsüne yapıyor. Ayrıca Sakallı Nureddin Paşa bir megaloman. İzmir’e gelince ilk işi kartvizit bastırmak oluyor. Şöyle yazıyor: “Kût’ül-Amâre Muhasırı. Afyon, Dumlupınar Muharebeleri Galibi. İzmir Fatihi, Nureddin Başkan.”
Ö.M.: Nureddin Paşa komutasında bu işleri yürütenlerden daha sonra hiçbir ses çıkmıyor mu?
B.O.: Tek bir satır, tek bir kelime duyulmuyor İzmir yangını hakkında.
Özdeş Özbay: Yine Falih Rıfkı Atay biraz bahsediyor Çankaya kitabında.
B.O.: Ancak sonraki baskılarında çıkarıyor ama bu kısımları.
Ö.Ö.: Önümde açık bu bölüm. Şöyle söylüyor, “İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinoları kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbi’nde Ermeniler tehcir olunduğu vakit Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa gene bu korku ile yakmıştık.”
Ö.M.:Büyük Nutuk konuşmasında da “kibirli, dar kafalı, zulüm ve ceberut düşkünü bir kimseydi” diye ifade edilmiş Nureddin Paşa. Ayrıca, “Nureddin Paşa’nın biri İzmir’de, biri İzmit’te tertip ettiği iki lincin hikâyesi gene o vakitler bizi ikrah içinde bırakmıştır” deniyor yine Nutuk’ta.
Ö.Ö.: Hrisostomos’u linç ettirdiğinde ölmesine sebep oluyor mu? Yoksa hakarete mi maruz kalıyor?
B.O.: Linç etmek öldürmek demek.
Ö.M.: Şimdi başka türlü kullanılıyor.
B.O.: Bu dönemde öyle değil. Hatta parçalamak, paramparça etmek demek. Topal Osman’ın iki koruyucusu var. Biri Sakallı Nureddin Paşa, biri de Doktor Rıza Nur. “Dostlarını söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim” demişler. Bir de 1927’deki Nutuk hakkında bir cümle de olsa konuşmamız gerekir. Mustafa Kemal Paşa, 1927’ye kadar Türkiye’ye hâkim değildir. 1927’de tam anlamıyla hâkim olabilmiştir. Ve bunun üzerine 36,5 saat süren Nutuk okunmuştur. O Nutuk bütün olup bitenlerin Mustafa Kemal Paşa ağzından yorumlanmasıdır.
Ö.Ö.: Resmî tarihin ilanı bir nevi.
B.O.: Evet resmî tarihin bir ilanı. Dolayısıyla artık Sakallı Nureddin Paşa konusunda “Benden daha kıdemlidir” demeden söyleyeceğini söylemiştir. İzmir Yangını konusunda konuşmak hariç…
Ö.M.: İzmir’in kurtarılmasından sonra çeşitli gemilerle Yunanistan’a götürülen azınlıklar, özellikle de Rumlar var. Radyonun yayına geçmesinden önce yaptığımız ilk tanıtım partisinde çaldığımız ünlü bir rebetçi olan Marika Ninou da onlardan biri. Çok ilginç bir hikâyesi var. Dünyanın en tanınmış rebetçilerinden biri hatta belki de en tanınmış olanı. Kendisi aynı zamanda yarı Ermeni, yarı Rum. Marika Ninou’nun annesi, ablasını ve sekiz yaşındaki abisini alıp İzmir’den kaçıyor ve Pire’ye gidiyor. Bu yolculukta bir mülteci gemisine biniyorlar. O korku ortamından dolayı annesi erken doğum yapıyor. Kaptan da önce korkuyor ama bakıyor ki bebek yaşayacak hemen vaftiz ediyor ve müjde anlamına gelen Evangelia adını veriyor. Yani Marika Ninou’nun asıl adı doğumda verilen Evangelia Atamyan. Soyadı da Ermenice. Marika Ninou muazzam hüzünlü ve güçlü sesiyle müthiş bir sanatçı oluyor. Amerika’ya gidiyor ve yalnızca 35 yaşında hayata veda ediyor. Buradan öğreniyoruz ki Marika Ninou, yangından kaçanların bindiği gemide hayata gözlerini açmış. Bu programı da Marika Ninou’dan da bir parça çalarak bitirelim.
B.O.: Rebet ve rebetika sözcüklerinin nereden geldiğini konuştunuz mu?
Ö.M.: Hayır, bahsetmedik. Anlatırsan çok sevinirim.
B.O.: Rebet, tam karşılamamakla birlikte, serseri demek. Çünkü öldürüleceğiz diye Yunan ordusuyla beraber yerlerinden kaçmışlar. Bu insanlar Pire’ye ve Atina’ya canlarını zor atmış. Orada tam anlamıyla sefil bir vaziyetteler.
Ö.Ö.: Yoksul göçmenler yani.
B.O.: Sadece yoksulluk değil, aynı zamanda Helen de sayılmıyorlar. Şöyle bir karşılaştırma yapalım: Anılarını yayımladığım Dalavere Mehmet vardı. Dalavere Mehmet derdi ki, “Biz geldiğimizde Bodrum’da bize yarı cavır derlerdi.” Çünkü bu insanlar Müslüman ama Türkçe bilmiyor. Buradan gidenler de Yunanca’yı kırık biçimde konuşuyorlar. Dolayısıyla bu insanlar orada hor görüldüler. Hem maddî hem manevi bir proletarya oluşturdular. Ve bunun acısıyla rebetika müziğini dile getirdiler. Bizdeki arabesk gibi… Alt sınıfların dile getirdiği ve dinlediği bir müzik.
Ö.M.: Vassilis Tsitsanis ile beraber dünyanın en ilginç, en çok tutulan müziklerinden biri olarak müthiş yaygın bir akımının başını çekiyor.
B.O.: Tango ile bir paralellik kurabiliriz. Tango da Latin Amerika’da alt sınıfların müziği ve dansıydı. Yani hakir görülürdü.
Ö.Ö.: Aslında caz da öyle.
Ö.M.: Blues da öyle.
B.O.: Evet, o da zenci müziği olarak anılıyor. Tango Paris’e gitti, orada tutuldu. Oradan Latin Amerika’ya döndü ve üst sınıflar tarafından övgüyle karşılandı. Rebetikanın hikâyesi de aşağı yukarı bu şekilde. Ve rebetika, Anadolu ezgilerini dile getiriyor. Türkçe kelimelerle karışık olarak amanes adlı bir türü var.
Ö.M.: Bitirirken bir amanes çalacağız. Türkçe, mükemmel bir aksanla söyleniyor.
“Çıkar yücelerden haber sorarım
Solarken dağların gümüş yıldızı
Bilmem neredeyim, neyi ararım?
Bu dağlar içinde
Sesime ses verin dumanlı dağlar
Derdime eş olur bir çoban yıldızı.”
B.O.:Amanes adı “aman” diyerek acıyı dile getirmek eyleminden ortaya çıkmış.
Ö.M.: Marika Ninou’nun sesinden, “Bahar gelmeden yaz geldi geçti.” diyerek bitireceğiz programımızı.
Ö.Ö.: Merak edenler için Rebetiko isimli, Marika Ninou’nun hayatını anlatan, 1983 yapımı bir film vardır. Onu da tavsiye edelim.