AİHM’nin suç ihlali kararına rağmen 7 yıldır Edirne’de yatırılmakta olan Selahattin Demirtaş, mahkemede 9 gün süren, 118 sayfalık bir savunma yaptı. Şuradan okuyabilirsiniz Davanın geçmişten bugüne tüm savunmaları için şuraya bakabilirsiniz
Baştan söyleyeyim, tabii ki bu bir savunma filan değil; bir suçlama. Bu ülkede Kürtlere bunca yıldır bunca hukuk dışı muamelede bulunan Türk ulus-devletini A’dan Z’ye suçlama manifestosu.
Böylesi uzun bir “savunma”yı haftalık bir köşe yazısında özetlemek kimsenin harcı olmasa gerek. Fakat metindeki başlıca konular ve kavramlar, önem sırasına konmadan ve Demirtaş’ın kullandığı biçem korunarak, şöyle sıralanabilir:
***
Kurtuluş Savaşı boyunca Kürtlere yaklaşım son derece sıcak ve yumuşak. Ama sonrası!
Beyin yıkamayı çok canlı olarak anlatıyor: Tarih kitaplarında yazılanları okuyan çocuklar büyüyor, devlet adamı ve yargıç oluyor; “Kürt” deyince de tüyleri diken diken.
Çünkü ulus-devletin “Türk” tanımı Anayasa Md. 66’ya göre etnik. “Kürdüz demesek onurumuzdan oluyoruz. Kürdüz deyince ‘terörist’ oluyoruz” diyor. Nevroz’u V değil de W’yle yazan ve “örgüt propagandası olacak şekilde zafer işareti” yapanın pişman edildiğini yazıyor: “Vali ile el ele mangalın üstünden atlasaydım, Nevruz’u kutlasam yargılanmazdım; Newroz’u kutladığım için yargılanıyorum” diyor.
İktidarın sıkışınca Öcalan’a müracaatını (Dolmabahçe Mutabakatı) uzun uzun anlatıyor, İngilizcede “sayın” ön ekinin (Mr.) kullanılmasının şart olduğunu, Türkiye’de Öcalan’a “sayın” denmesinin suç olduğunu söylüyor.
Metnin ilk iki paragrafı ve son cümlesi, Lozan Md. 39/5’in getirdiği haktan yararlanarak Kürtçe. Metin boyunca Kürtlüğünü vurguluyor; AKP Gn. Bşk. ve CB Erdoğan’ın “Zaten Selo’nun kendisi aslında Kürt değil, Zaza’dır” demesine cevap gibi. Dalga da geçiyor: “Kurmanc [Dersim Alevileri dışındaki Kürtler] olsaydım herhalde beni bırakacaktı. Ama burada Kurmanc arkadaşlarımı da tutuyorlar. Bari Kurmancları bırakın, biz Zazalar kalırız.”
“Türk çifte standardı”nı anlatıyor ve Yargı’nın ne tarafsız ne de bağımsız olduğunu vurguluyor. “Sizi seviyorum”u tüm Batı dillerinde bildiklerini, ama “Ez ji te hez dikim”i bilmediklerini söylüyor. Türkiye’de Kürtçeyi yasaklıyorlar, Irak’a gidip ticaret yaparken anteti “Kürdistan Federal Bölgesi” ibareli ve bayraklı olan kağıtlara imza atıyorlar, döndüklerinde de “Kürt yoktur” diyorlar.
Mazlum Doğan’ın işkenceye karşı direnmesinin saygıdeğer olduğunu söylemek suç oluyor, Diyarbakır Askerî Cezaevindeki işkenceci Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ı savunmak ve adını okullara vermek suç olmuyor.
***
Kürtleri dağa gönderen devlettir diyor ve kendi abisinden örnek veriyor. Devlet şiddetini çok canlı biçimde betimliyor. JÖH ve PÖH’ün Silvan’da duvarlara yazdıkları hakaretleri anlatıyor. Evlere girilerek altınların çalındığını söylüyor. İçişleri Bakanı Efgan Ala’nın TBMM tutanaklarına geçen, “Evet, bizim de kontrol edemediğimiz güçler var” dediğini aktarıyor. Taybet Ana’nın cenazesinin 7 gün sokakta kalıp çürüdüğünü yazıyor. Ve ilave ediyor: “Bunları yapan alçaktır, namussuzdur. Ona emir veren de yapan da namussuzdur. Terör örgütü propagandası bu ise bin defa söylüyorum.”
Anlamlı: “Biz engellenmesek ortalarda Kürdüm Kürdüm diye dolaşmayız. Hep Kürt sorununu konuşuyorsunuz diyorlar; hayır diğer konuştuklarımıza dava açılmıyor onları duymuyorsunuz. Hâkim ve savcılar lütfen bizim ekoloji çalışmalarımıza dava açın onlar da görünür olsun.”
***
Metinde “Siyasal İslamcılar” ve “Müslümanlar” ayrımı çok ciddi vurgulanıyor. Bunları birbirinden kesinlikle ayırıyor ve birincilerin ikincilere düşman olduğunu defalarca söylüyor. “Bugün utanmıyor olabilirler ama bunlar yarın öbür gün kitaplaşacak. Hitler’i nasıl okuyoruz kitaplardan, bugün yaşananları da yarın herkes okuyacak” diyor.
Bu arada, birincilerden AKP Gn. Bşk. ve CB Erdoğan’ın, bilerek ve isteyerek kronolojik hata yapmak suretiyle Kürtleri suçlamasına çok sert terimlerle yükleniyor. Provokatörlük yapmakla, yalan söylemekle, dürüst davranmamakla, Allah’a karşı bile böyle davranmakla itham ediyor.
“Hakkımda yargı kararı olmadan bana ‘terörist başı’ diyor” diye hatırlatıyor.
***
12 askerin şehit edilmesini, “Daha evvelki gün bu ülkenin 12 evladı yaşamını yiitirdi” biçiminde çok samimi bir empatiyle karşılayan “savunma”da 3 tane çok temel kavram var:
1) Demokratik Özerklik. Yani, bağımsızlık değil, toprak bütünlüğü içinde tüm ülkede yerel yönetimlere daha fazla yetki:
“Bu bir yönetim modelidir. Bir parti başkanlık sistemini önerir, bir başkası parlamenter sistemi. Bunlar hepsi fikir düzeyinde tartışılır. Ama mesela başkanlık sistemini önerenler ve hayata geçirenler serbest, bir başka modeli savunmak ise suç. Neden? Çünkü Abdullah Öcalan da PKK de özerklik demiş.”
“Demokratik özerklik yüz yıllık Kürt sorununun bitirilmesinin bir vaadidir. Uzlaşma ile olur. Rıza üzerine inşa edilir. Silah ile olmaz, hendek ve barikat ile olmaz. Ben bunu ilk günden beri böyle savundum. Demokratik özerklik silah zoruyla olmaz. Sadece ikna ile olur.”
“Kürt halkı, siyaseti ve hareketi yıllarca bunu tartıştı. 100 yıldır bunu tartışıyor. PKK bunun son halkasıdır. Biz bir çözüm üretmek istiyoruz, mağdurlar olarak çözümü biz üretiyoruz. Birlikte yaşamak istiyoruz mağdurlar olarak ama muhatabımız yargıçlar, hakimler oluyor. Bu bir sorun işte. Adı da Kürt sorunudur.”
2) Silahlı Çözümün Reddi. “Demokratik özerklik silah ile olmaz, hendek ve barikat ile olmaz. Ben bunu ilk günden beri böyle savundum. Demokratik özerklik silah zoruyla olmaz. Sadece ikna ile olur.” Ve çok önemli olarak ilave ediyor:
“Gençlerimiz dağa çıkıp silah alsın istemiyoruz. Onaylamıyoruz, doğru bulmuyoruz. İyi bir eğitim alsınlar, silah tutmasın, kalem tutsunlar. ‘Kürt gençleri dağa gitmesin’ diyorum, ama emin olun onlar da bana dönüp diyecekler ki ‘Siyaset yaptığın için 7 yıldır hapistesin‘ diyecekler. Ben onlara ne diyeyim, siz bana söyleyin.”
“Bu ülkenin içişleri bakanı Twitter’dan “Kardeşini sarı torbaya koyup getireceğim Demirtaş” dedi. Buna rağmen barış diyorum silahla olmaz diyorum.”
3) Demokrasi ve Barış: “Demokrasi ve barışı savunan herkesin dostuyum. Bunu kabul etmeyen hiç kimseyi tanımayacağımı açıkça ilan ediyorum. Savunmamı bu şekilde yapıyorum.”
***
Demirtaş, metnin sonunda, sorunun çözümü için somut öneriler sunacak:
Müzakere edilerek silahlı mücadeleye son verilmelidir. Kürt sorununun çözüm yeri laik TBMM’dir. Kürtler kendi kültürlerini/dillerini özgürce yaşayabilmelidir. Geçmişle yüzleşilmelidir. Kürt sorunu kapsamında açılan davalar düşürülmelidir.
En son olarak da, yargıçlara hitaben, insanın içini sızlatan şu sözlerle bitirecek:
“Biliyoruz ki siz kararınızı çoktan vermişsiniz, ferman yazılmış. Ancak kararınızın bizim ve halkımızın nazarında hiçbir hükmü yoktur. Bize baş eğdiremediniz. Kararı yüzüme okumanıza müsaade etmeyeceğim. Karar açıklandığı zaman eşime, kızlarıma, sizlere vasiyetimdir. Karar açıklandığı zaman davul-zurnalarla karşılayın. Çünkü biz de burada öyle karşılayacağız.”