Baskın Oran

Bir tiyatro var; tek oyuncusu Başbakan | Eyüp Tatlıpınar – Akşam Gazetesi

Eyüp Tatlıpınar’la Akşam gazetesi için yapılan mülakatın kesintisiz tam metni:

– (Mealen) Süt bankası konusunda söyledikleriniz bazı insanların dikkatini çekti. Çünkü siz şimdiye kadar ulusalcılardan farklı davrandınız, AKP’yi eleştirme konusunda……..Sizin söylemeniz daha çarpıcı oldu.

Şu ana kadar hep bireye minimum karışılmasını, insanların özgür bırakılmasını, ideolojilerin de inançların da saygı görmesini, insanların cezayla karşılaşma tehdidi olmaksızın kimliklilerini bütün özgürlüğüyle belirtebilmelerini savundum. Bu meyanda İslamcıların da fikirlerini, Kürt milliyetçilerinin de fikirlerini rahat rahat ifade edebilmelerini müdafaa ettim. Şimdi İslamcıların fikirlerini müdafaa etmelerine girmeyen bir olayla karşı karşıyayız: Süt Bankasının Kur’an-ı kerim’in Nisa süresine göre bir kanuna kavuşturulması. Devlet insanların dinine inancına karışmamalıdır ama din de devletin kurallarını yönetemez. Onun için, niçin Baskın bunu dedi diyenlerin ihmal ettikleri hususun bu olduğunu sanıyorum.

-Geri dönüş aldınız mı yazıyla ilgili?

Gazetelerdeki yorumlar var fakat meseleye temas etmiyorlar. Benim ders verir gibi yazdığımı söylüyorlar, falan. Bunu söylerken, birtakım kompleksleri ifade ediyorlar. Ben tabii ki ders verir gibi yazacağım, konuşacağım; 42 yıl hocalık yapmışım. Bundan doğal ne olabilir. Hakaret etmedikçe, nefret söylemi dile getirmedikçe, bir de şiddeti savunmadıkça her şeyi her istediğim gibi yazarım; düşünceye hiçbir sınır olamaz.

Türkiye vatandaşları arasında ben çocuğumun süt kardeşi ile evlenmesini istemiyorum diyenler çıkabilir. Tamam, anlaşılmıştır. Bu senin tercihindir, bu çocuğun belli bir yaşa gelene kadar senin yönetiminde olması normaldir ondan da kendi kendini yönetir bir birey olur.. Bunun için ne yapmak lazım, birey Diyanet İşlerine telefon eder, cepten yada sabitten ücretsiz hat var 190, ona sorar, efendim bu dinen caiz midir değil midir ona göre hareket eder. İşin burasına kadar kimse kimseye karışamaz. Ne ben-sen, ne devlet. Ama kalkıp da Diyanet İşleri Başkanlığı’na karar aldırıp ondan sonra o kararı Türkiye Cumhuriyeti kanununa geçirmek ve bunu uygulayabilmek için de çocukların nüfus kütüğüne hangi bankanın hangi şubesindeki hangi kadının sütünden süt aldı diye kayıt ettirmek ve Türkiye Cumhuriyeti’ni buna göre yönettiği gibi insanların evlenmesini yani ilişkide bulunmasını da buna göre saptamak; işte bu olamaz. Bu, devletin din kurallarına göre yönetilmesi demektir; ben buna yokum kardeşim. Ben İslamcıların inançlarını uygulamalarına varım, ama İslamcıların benim inançlarımı ve de fikirlerimi yönetmesine yokum; bu kadar basittir bu.

-Benzeri kanunlar var mı?

Bu benim bildiğim ilk kanun, fakat bundan önce AKP’nin İslam dinine göre ayarlanmış başka dayatmaları var. Mesela, çeşitli illerde valilerin piknikte içki yasağı koyması. Mesela AKP belediyeleri lokanta ve konukevlerinde, öğretmen evlerinde vs. içkinin yasaklanması. Mesela THY’nin neredeyse tüm seferlerinde içki servisinin “talep olmuyor” gerekçesiyle durdurulması. Ama hepsinden önemlisi, TSE’nin önce bir “Helal Gıda Belgesi,” Ocak 2013’te bir “Helal Hizmet Belgesi” çıkarmış olması. Yani Helal Market, Helal Restoran, Helal Pastane, Cafe, Mönü ayrıştırması başlıyor. Bir restorana gideceksiniz, Helal bölüm ayrı olacak. Masalar birbirini görmeyecek. Helal bölüme hizmet edecek garson ayrı olacak. Çatal-bıçak ayrı. Bu, resmen, devlet eliyle gettolaştırmadır. AKP hem İslamcıları, hem İslamcı olmayanları gettolaştırıyor. İlan edildiğine göre bütün bu “Helal” işleri gönüllülük esasına göre olacakmış. Ama bu, şu demektir: “Bu kısım Müslümanların, öteki kısım gavurlarındır!”. İşte, bölücülük size.
Üstelik, bu memleket kolay bir memleket değil laiklik açısından. İfade edildiğine göre yüzde 99 Müslüman bir memleket. En korkunç diktatörlük, azınlığından diktatörlüğü değil çoğunluğun diktatörlüğüdür;.
Ama, burada da günah sadece AKP’nin değil. Türkiye’yi şimdiye kadar yöneten Kemalist hükümetlerin. Türkiye’de çok kimse farkında değil ama Türkiye’de laikliğin uygulanması ta işin başından Kemalizm tarafından konulan prensipler yüzünden zor olmuştur.

-Belli başlı başlıklar neler?

Kemalizm’in ana direği laiklik. Tabii, bu laiklik batıda olduğu gibi dinin devlete devletin dine karışmaması gibi bir laiklik değil. Balkanlar ve Ortadoğu’da devlet daima elini dinin üzerine koymaya çalışmıştır dini yönetmeye çalışmıştır bu Türkiye Cumhuriyeti’nin laikliği Osmanlı’dan, Osmanlı’nın ki de Bizans’tan gelir. Mesela biz diyoruz ki fetva almadan kimseyi idam ettiremezdi padişah e güzel de o fetvayı veren şeyhülislamı istediğini yapmadığı taktirde indirir ondan sonra da yay kirişi ile boğdururdu ulemanın kanı yere değmesin diye. Dolayısıyla sıkıysa fetva vermesin dolayısıyla devlet daima dini yönetti. Kemalizm de bunu yaptı. Ama bu açıdan Kemalizm kendi ayağına bir kurşun sıktı. İki şekilde. Bir, gayrimüslimleri etno dinsel temizliğe uğrattı bunu 1923 Rum ve Türk halklarının mecburi mübadelesinden başladı ta 1964’te İstanbul Rumlarının sınır dışı edilmesine kadar götürdü ondan sonra 1970’lerin başında da gayrimüslim vakıflarının ellerindeki malları 1936 beyannamesi denilen bir yöntemle gasp etti devlet yani bir gayrimüslimleri temizledi. Etno dinsel temizliğe uğrattı İki, Alevileri denkleme sokmadı, Diyanet dışında tuttu. Şimdi, bu işin sonucu şudur: Hanefi Sünni İslam’ı devletin karşısına yekpare ve koskoca bir dağ gibi aldı. Bir yanda laik devlet, öbür yanda laik olmayan Hanefi suni İslam.. İki dev karşı karşıya.
Avrupa’da laiklik niçin başarılı oldu, çünkü denge vardı. Protestan-Katolik dengesi vardı. Bizde böyle bir denge olamadı. O dengeyi oluşturabilecek bir parça gayrimüslimler vardı temizlendi, bir parça Aleviler vardı, onlar da denklem dışına atıldı. Bu Hanefi Sunilerin vergileri ile alevi köylerinde Hanefi Suni camiler inşa edildi ve cem evleri yasaklandı. Daha düne kadar cem evlerinde hu çekmek yasaktı Alevilere. Dolayısıyla Türkiye’de laikliğin uygulanması fevkalade zor oldu ve sonunda bir İslamcı parti başa geldi.

Şimdi o partinin Kemalizm’in yaptığı baskıyı yapmayacağını bekliyordum, bunun için destekledim. Alternatifi de yoktu, 2010 sonuna kadar destekledim. Fakat iki yıldır İslamcı parti intikam almaya başladı. İşte bu helal gıda hikayesi, süt bankası hikayesi; içki yasakları hikayeleri, bütün bunlar intikam almaktır. Hanefi Sünniyim demeyen, İslamcıyım demeyenleri bu din prensiplerine boyun eğmeye mecbur kılmaktır; olay bu.

-Bu intikamın sonunda bizi ne bekliyor?

Çok tatsız şeyler. En sonunda insanların artık yeter demeleri ortaya çıkacak. Bir ikinci şey daha oluyor, çok enteresan bir şey oluyor, ne kadar insan farkında bilmiyorum ama, İslamcıların içinden itirazlar başladı. Yani AKP’nin insan haklarına aykırı, Alevi gibi inançlara ve inançsızlığa baskı yapan politikasına karşı çıkan İslamcılar ayağa kalktı şimdi. Vicdanlı Müslümanlar, Genç Müminler, Vicdani Retçi Müslümanlar (askerliğe karşı), Antikapitalist Müslümanlar, Antimilitarist Müslümanlar.

Diyeceksiniz ki bunların İslamcı toplumsal tabanda izdüşümü yok. Doğru bu; şu anda sadece fikirsel alanda yani üst yapıda gelişen bir olay. Fakat başladı bu. İşte AKP’nin İslamcı parti olarak kalkıp da insanların inançlarına yada inançsızlıklarına karışmamak yerine karışma politikası gütmesi ve de Kürt sorununda Uludere gibi rezaletlere izin vermesi, olup bitenleri gizlemesi, bizatihi İslam’ın içinden protestolara sebep oldu. Bunlar gelişecek.şimdi. Bekleyin. Çünkü bir grubun üstünden baskı kalkınca, bir süre sonra o grupta demokrasi, yani muhalefet başlar. Ayıplar ortaya konur. Şimdi İslamcılarda o oluyor. Kürtlerin üzerindeki baskı kalksın, orada da demokratikleşme olacak.

-Demin Türkiye Cumhuriyeti’nin 4 problemi dediniz

Bunlara ben “problem” değil, zombi diyorum; etleri çürüyen fakat bir noktada kalkıp üzerimize yürüyen ve ödümüzü koparan ölüler. Türkiye Cumhuriyeti daha kurulmadan bile önce İttihatçılar birtakım korkunç suçlar işledi veya hatalar yaptı ve bu hataları temizlemedi. Bu hataları, pislikleri biz Türklerin tabiriyle halının altına süpürdük. Fransızların tabiriyle cesetleri dolaplara tıktık. Şimdi o dolaplardaki cesetler, gömülmeyen cesetler üzerimize üzerimize geliyor, ödümüzü koparıyor. Bunlar dört tanedir. Biri o kadar önemli değil ama üçü büyük boyutta. Bir kere 1915 Ermeni kırımı. İkincisi İslam meselesi yani insanların ibadetlerine camilerine vs karışılmış olması meselesi, ilahiyat fakültelerinin öğrencisizlikten kapatılması meselesi Atatürk döneminde. Üçüncüsü Kürt meselesi. Dördüncüsü, o kadar önemli olmayan Kıbrıs meselesi.

Bunların içinde İslam sorunu çok iyi bir çözüme doğru gitmekteydi, . AKP’nin iktidara gelmesiyle. Bir kere, Türkiye’nin batmayacağının anlaşılması bakımından. İkincisi, iktidara gelen her parti rasyonelleşir yani aşırılıklardan kurtulur, kendisini reforme eder; bu bekleniyordu. Fakat AKP’nin son iki yıldır özellikle lideri Erdoğan’ın kişilik yapısının da çok büyük etkisiyle böyle bir reforma gitmediği, tam tersine, kendini Hanefi Sünni Müslüman, sofu hissetmeyen insanları da zorla hissettirme yoluna girdiğini görüyoruz. Bunlar çok tehlikeli gidişler; ülkeyi parçalayıcı gidişler.

Bunlar olurken, diğer yandan da Başbakan Erdoğan önce “Kürt meselesinin halli” şimdi de “barış süreci” adını verdiği olaya girdi. Fakat burada baş aşağı duran bir ağaçtan bahsediyoruz kökleri yukarıda dalları aşağıda. Burada PKK silahlarını bırakacak, yurt dışına çekilecek ve başbakan Erdoğan seçilmiş padişah yetkileri ile başkan olacak. Türkiye başkanlık sistemine geçecek. Sonra da Erdoğan, Kürt meselesini nasıl halledeceğini açıklayacak.
Bu bana hiç gerçekçi gelmiyor. Niçin gelmiyor: 1) bir Kürtler şimdiye kadar çok aldatıldılar ve artık büyük beklenti içindeler. Daha Cumhuriyet kurulmadan mesela 1921 anayasasının 11. maddesi vilayetlere tüzel kişilik ve özerklik veriyordu. Bunlar tarım, veterinerlik, sağlık, eğitim gibi hizmetlerini kendileri göreceklerdi. Sadece adliye, hariciye ve milli müdafaa Ankara’dan yönetilecekti. Ve vali eğer bu yerel yönetimlerle Ankara arasında bir çatışma çıkarsa hakem rolü oynayacaktı. Resmen 11. maddenin söylediği bu. Bu hiçbir zaman uygulanmadı

-O anayasanın o biçimde yapılamasının nedeni ve sonra uygulanmamasının nedeni?

Çünkü Kürtlerin kurtuluş savaşına katılmaları isteniyordu onun için yapıldı o anayasa, ondan sonra 1923’ün Temmuz ayında Lozan antlaşması yapılıp devlet kurulunca,, Ekim ayında da cumhuriyet ilan edilip rejim kurulunca, 1924 anayasası sonucunda bölgelere muhtariyet verilmekten vazgeçildi. 24 anayasası budur. 25 isyanı ondan sonra gelir. Yani Kürtler isyan etti de Kemalistler ulus devlet kurdu baskıya başladı değil. Kemalistler ulus devleti 1924 anayasası ile kurmaya başladılar ondan sonra Kürt isyanı çıktı.

Ocak 1923 İzmit basın toplantısında tekrar ediyor bunu. Ahmet Emin yalman, hani küçük kıza tasallut etmek nedeniyle hapis cezası alan Hüseyin Üzmez var ya, daha lise öğrencisiyken 1952’de vurmuştu onu. Ocak 1923 İzmit basın toplantısında kalkıyor diyor ki, efendim Kürt meselesi ne olacak diyor. Atatürk diyor ki 1921 anayasasında biliyorsunuz mahalli özerklikler vereceğiz Kürt yoğun iller kendi kendini yönetecek diyor. Böyle vaatlerle beslendiler Kürtler ondan sonra da tabii isyan ettiler. İsyan edince devletin demir yumruğu üzerlerine bindi. Dersim’de hiçbir isyan olmadığı halde katliam oldu 37-38’de, iki yıl. Ondan sonra da bir daha Kürt kelimesi yasaklandı. Mesela ben üniversitedeyken (1964-68) o kelimeyi telaffuz etmeyi biz aklımıza dahi getiremezdik. Ödümüz kopardı. Bir tek İsmail Beşikçi vardı bunu söyleyen, o da 17 yıl yattı.

Dolayısıyla, Kürtler şimdiye kadar çok vaat almış çok hayal kırıklığına uğratılmış çok bastırılmış bir halktır. Şimdi bir daha aynı şey olursa artık Türkiye Cumhuriyeti kumaşı dikiş tutmaz; ben bundan korkuyorum.

Tenkit etmek kolay, yol göstermek zordur; ben yol da göstereyim. Yapılması gereken şey şuydu: 1) PKK silahları bırakır, ateşkes ilan eder, elindeki tutsakları da geri verir, 2) hükümet hemen bir reform tasarısı ilkeleri ilan eder. Yani en başta, ademimerkeziyet yapacağım, bölgelere şu şu yetkileri vereceğim, Ankara merkeze şu şu yetkileri veto yetkisi vereceğim diye bir genel prensipler ilan eder. 3) Ondan sonra PKK yurt dışına çekilir4) ondan sonra vakit geçirmeden bu prensipler kanuna dökülür. Ve de anayasaya dökülür. Anayasaya dökülürken aynı zamanda birtakım kanunlardan anti demokratik maddeler ayıklanır. Başta siyasi partiler kanunu seçim kanunu polis vazife ve salahiyetleri kanunu ceza kanunu ve terörle mücadele kanunu en başta.

Bunları yapmak Erdoğan’ın işine gelmiyor. Çünkü onun derdi Kürt meselesini halletmek değil, seçilmiş padişah yetkileriyle başkan olmak. Nedir bu yetkiler, 1) Anayasa Mahkemesinden geçmeyecek kararnamelerle devlet idare etmek yani kanun çıkarmak; zaten Anayasa Mahkemesinin yarısını kendisi yarısını da Meclis (yani AKP) seçecek. 2) bütün üst yargı organlarının yarısını kendi seçecek yarısını AKP seçecek, 3) Yargıtay cumhuriyet başsavcısını seçecek rektörleri seçecek. Bütünbunlar tam bir seçilmiş padişah yetkisidir. Atatürk’te bunların yarısı yoktu.

Şöyle bir plan yaptı Başbakan Erdoğan: Bir yılı aşkın zamandır TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu devam ediyordu. Aylar sonra komisyona müdahale etti dedi ki, Komisyon Mart 2013’e kadar anayasayı yaptı yaptı, yapmadıysa ben Meclis’ten kendi çoğunluğumla geçireceğim, 367’yi bulamayacağım için referanduma gideceğim BDP’yi de yanıma alarak, çünkü ben başkanlık sistemi istiyorum, dedi. Oysa başbakanın Mart sonuna kadar diye vakit verme yetkisi yoktu. Çünkü bizzat kendisi bu komisyonun ilkelerinin altıncı maddesini koymuştu. Diyordu ki bu altıncı madde, Komisyonu teşkil eden dört partinin oy birliği ile karar alınır ve de nihai metin bu dört partinin oy birliği olmadan ortaya çıkamaz, diyordu. Yani kendi yazılı kuralını kendi sözlü cümlesi ile bozmuş oldu başbakan.

-O kadar güveniyor mu kendisine?

Karar vermiş başkan olmaya ve olabilmek için her şeyi deneyecek. Bir kere, anayasanın kendi istediği biçimde fakat yetersiz oyla TBMM’den geçmesi garanti değil çünkü oylama gizli olacak. . Biz biliyoruz ki AKP’nin içinde başkanlık sistemi istemeyen bir sürü adam var ve gıkını çıkartamıyor. En başta da Kürt yoğun bölgelerden seçilen milletvekilleri.

Arkasından, Türkiye’ye demokrasiyi getirecek ademimerkeziyetçiliğin tek bir ilkesini ortaya koymadan başkan olmak istemesi bu referandumda ne netice verir bilemem. Dolayısıyla başbakanın planı istediği gibi gider mi gitmez mi şu anda söyleyemeyiz. Ama niyetinin ben iyi olmadığını söyleyebilirim. Hiçbir demokratikleşme ilkesi getirmeden ademimerkeziyetçilik ilkesi getirmeden sana ben seçilmiş padişahlık yetkileri vermem. Olay budur.

Ha, şimdi ben bir kehanette bulunayım. Eğer bu referandumun yapılması kararlaştırılacak olursa, şu slogan arz-ı endam edecek ve başka slogan gözükmeyecek: “Bu referanduma hayır oyu veren savaşın devamını istiyor!” diyecekler. Çünkü şimdiden başladılar, “Siz barış mı istiyorsunuz yoksa savaşın devamını mı” demeye. . Bu prensip olarak güçlü bir plan, fakat gücü oranında da Türkiye Cumhuriyeti’ni en azından Kürt meselesi nedeniyle de içinden çıkamayacak bir hale getirecek bir plan.

Sadece buolsa iyi. . Türkiye’ye diktatörlük getirecek bir plan. Çünkü Atatürk diktatörlüğünün arkasında bir azınlık vardı. Erdoğan diktatörlüğünün arkasında bir çoğunluk olacak. Çoğunluğun diktatörlüğü kadar korkunç bir şey olamaz. Bu arada da tabii bütün bu karmaşa içinde birtakım İslamcı kanunlar çıkarılmaya çalışılıyor; işte o Süt Bankası kanunu gibi.

Başbakan beş yıl önce başkan olma olayını ortaya atmamıştı. Bu 2010’dan sonra atıldı. 2010’dan sonra Türkiye’nin iç ve dış politikası kötü gitmeye başladı. Biz bir kitap çıkarttık şimdi, Türk Dış politikası üçüncü cilt. Eğer bu kitap içimizden bir yazar arkadaş çok gecikmeseydi, 2010 sonunda bitecekti ve bu cilt AKP’nin iç ve dış politikasının büyük bir övgüsü olarak çıkacaktı.

-Memnun olmayacaktınız şimdi siz de

2010’da çıksaydı sorun olmayacaktı çünkü o zaman AKP’ye fazla itiraz yoktu; bir tek ulusalcıların itirazı vardı o kadar. Çünkü, bir kere dış politikada çok başarılıydı. İlk defa Ortadoğu’da Türkiye pro aktif bir politika güdüyordu. Yani olaylar olmadan Türkiye o olayları öngörüyordu ve bunu da Yumuşak Güç’le yapıyordu(Soft Power). Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca biz Suriye’nin kafasına tokmağı indirdik. Ta şeyden tut Halifeliğin kaldırılmasından tut bütün Araplara olumsuz etki yapan 39’da Hatay’ın yani Fransızların Suriye’ye bıraktığı Hatay’ı biz aldık. 57 yılında neredeyse işgal ediyordu Menderes sırf Amerika’nın dikkatini çekeyim de kredi alayım diye. Sonra Fırat ve Dicle sularını kestik. 98’de Öcalan’ı ya verirsini manevralarını başlattık yoksa geliyoruz dedik. devamlı korkuttuk Suriye’yi. Ama AKP Esat rejimi ile dost oldu. Ortak kabine toplantıları, ortak kara harekatları yapıldı ve de ortak tatile çıkıldı. Esat ve Erdoğan aileleri beraber tatile çıktılar. Çünkü Esat ne denilirse dinliyordu. Esat’ın söyleyecekleri buradan gidiyordu. Ama 2011 Mart’ının başında birdenbire Arap Baharı orada başlayınca Esat canının derdine düştü, Türkiye’yi dinlememeye başladı, ondan sonra Esat’ı melekken birdenbire şeytanlaştırdık ve sonunda Erdoğan’ın şunu söylemesine kadar geldik. Erdoğan şunu söyledi: “On binlerce km öteden gelen Amerika Irak’ı işgal ediyor da, bizim Suriye ile 910 km sınırımız var, ellerimiz bağlı mı duracağız?” dedi. Yani işgalle tehdit etti açık açık. Dolayısıyla o 2010 sonuna kadar son derece başarılı olarak giden dış politika birdenbire işgalci politikaya dönüştü. Yumuşak Güç en Sert Güce dönüştü.

Yine 2010 başından itibaren Türkiye’de suhuletle giden Kürt politikası, demokrasi tedbirleri vs. paydos etti. TMK maddeleri sertleştirildi. Polise (daha da önce) ateş etme yetkisi verildi. Kaç kişi otomobille giderken arkadan açılan ateşle öldürüldü. Pankart açan çocuklar iki yıl slogan atan çocuklar 4 yıl hapse mahkum edildi. Kantinde yemek boykotu yapanlar içeri atıldı. On bin KCK’lı tutuklandı. Dolayısıyla 2010’dan itibaren AKP iktidarı hem dış politikada hem iç politikada birdenbire tersine gitmeye başladı. Onun için, bu gidiş iyi bir gidiş değildir.

-Elini kuvvetli olması lazım şimdi biz Suriye’de batağa battı diyorsunuz ama acaba böyle algılanmıyor mu iyi olduğunu mu düşünüyor uluslar arası 

Suriye’de öyle bir batağa battı ki dış politika, çekilemiyor. Bataklığın karakteristiği, bacağını çekememendir. Yoksa bacak atamaman değildir. Maalesef Suriye konusunda çok yanlış hareket ettik ve yanlıştan bir an önce dönmemek yüzünden o yanlış devam ediyor. Bak mesela Amerika buraya tane çok önemli adamını yollardı. Biri dış işleri bakan yardımcısı öbürü amerikan genelkurmay başkanı ikisi de Türkiye’nin istediği güvenli bölgenin Suriye’de kurulamayacağını söylediler. Irak’ta kurulmuştu ve bugünkü Kürdistan benzeri devlet oradan gelişti işte onu biz kurdurmak istedik Suriye’de Suriyeli muhalifler oraya hakim olsun diye. Amerika bunun kendi desteğiyle olamayacağını söyledi onun üzerine biz ne yaptık Amerika’nın desteğini alamıyoruz bari NATO’nun desteğini alalım diye aylarca uğraşarak ki NATO aylarca geciktirdi bu işi Patriotları getirdik. O Patriotlar İran’a karşı getirilmedi; sırf NATO Türkiye’ye gelsin diye getirtildi. Niçin geldiği konusunda resmi makamlar ne diyor, Esat bize füze atarsa biz onları havada vuracağız diyor. Yahu, Esat’ın iki ayağı çukurda bir de Türkiye’yi mi füze atıp başına bela alacak?. Amerika bile Esat’ı düşürmek için uğraşmazken biz Esat’ı düşürmek için silah nakliyatı yapıyoruz, muhalifleri eğitiyoruz; bunu bütün uluslararası ajanslar yazdı.

-Nedeni nedir?

Doğrudan doğruya şimdi diyeceksiniz ki ya sen de tek faktöre bağlıyorsun her şeyi. Doğrudan doğruya Erdoğan’ın bir söylediğinin yapılmaması halinde çok fena sinirlenmesi olayı. Bunu ta 2009’daki Davos’da Van minüt olayında gördük. Ben onu hesaplanmış bir risk olarak görmüştüm orada, halbuki Erdoğan’ın tabiatında bu varmış: dediği dinlenmediği zaman infilak ediyor.. Mesela orda gazeteci lafını kesmek istedi, lafı kesilince Van Minüt dedi, kalktı gitti. Bunu devamlı .yapmaya başladı 2010’dan itibaren. Kendi dediğini dinlememeye başlayınca Esat’a düşman oldu; karakteriyle ilgili bu durum. Şu anda o karakter onu padişahlık yetkileriyle başkan olmaya zorluyor. Bu fevkalade tehlikeli bir şey: Erdoğan için, AKP için, Türkiye için, bölge için.

-Danışmanları?

En önemli danışmanının ağzından naklettiler bana: “Biz bunu beyefendiye söyleyemeyiz”. Hiçbir biçimde tenkit kabul etmiyor. Herkes korkuyor, bir şey diyemiyor.

-Neyi söyleyemiyorlar?

Kürt meselesinin çözümü konusunda. Erdoğan tenkit kabul etmiyor yanılabileceğini kabul etmiyor farklı bir görüş kabul etmiyor. Bir devlet adamı olarak korkunç bir durum bu. . Daha korkuncu herhalde yabancı ülkelere ajanlık yapmak olabilir bir devlet adamı için. Onun için Başbakan Erdoğan’ın seçilmiş padişah yetkileri ile başkan olmak istemesi Türkiye’deki bütün gelişmelerin önüne geçmiş vaziyette. Kürt meselesinin hallinin de önüne geçmiş vaziyette. Bu konuda, dikkat ederseniz, halk psikolojik olarak çok hazır; ilk defa böyle oluyor. Başbakan’ın bu seçilmiş padişah olma hevesi bu ortamı ıskalamak sonucunu doğuracak.

-Türkiye’nin bölünmemesi için tek koşul özerklik, diye sözünüz var, ama televizyonda reklam girdi, tam duyulamadı.

Selin Ongun, programında bana şunu sordu: ”Eğer siz İmralı heyetine katılmış olsaydınız Öcalan’a ne sorardınız” dedi. O sırada reklama gitti ve duyulmadı. Ben o sırada şunu söyledim, internette var ama programda güme gitti. “Derdim ki, ‘MİT müsteşarı Hakan bey’e sordunuz mu, Sayın Başbakan Kürt sorununun bitirilmesi için hangi prensipleri düşünüyor, kendisine bunu sordunuz mu’, derdim”. Çünkü bütün olay orada toplanıyor. Mahalli özerklik vermeden Kürtleri kalıcı biçimde ikna edemezsiniz.
Yalnız dikkat: Ben sadece Kürtlere hak verilmesine A’dan Z’ye karşıyım; bu Kürt milliyetçiliğini güçlendirir, Türkiye’yi de bölebilir. Bütün Türkiye’ye ademi merkeziyetçilik verilecek. Bu sayedebütün Türkiye’ye demokrasi gelmiş olacak çünkü ademi merkeziyetçilik eşittir demokrasi.

Bakın bütün olay, 1981’de Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın söylediği cümlede. Diyor ki, Fransa’ya esas ademi merkeziyetçiliği getiren adam o dur aslında 51’de başladı o zaman yerel dillerde eğitim başladı ve 1980’den sonra Mitterand yönetiminde bu artık Fransa’yı bir ulus devlet olmaktan çıkardı ve demokratik devlet haline soktu çünkü yerel yönetimler güçlendirildi bölgesel meclisler var şu anda Fransa’da. Mitterrand şunu söyledi bu bizim düsturumuz olması lazım. “Fransa devleti merkeziyetçi sert bir yönetim sayesinde kuruldu. Ama devam edebilmesi için ademimerkeziyetçi bir yönetime dönüşmesi şarttır”. Doğru; Fransa devleti 14. Louis’nin baskıcı politikası sayesinde kuruldu ama kendi dillerine sahip olan azınlıklar nedeniyle dağılmaması için Mitterand ademimerkeziyetçiliğin şart olduğunu anladı. Türkiye için de böyle. Evet, Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün merkeziyetçi ulus devleti sayesinde kuruldu ama bugün dağılmaması için ademimerkeziyetçi bir yönetime dönüşmesi zorunludur. Bütün mesele bundan ibaret. Amerika’yı yeniden keşfe kalkışmayalım. 81’de söyledi Mitterrand bunu.

-Bu özerklik mi?

Ben hala PO’dan benzin alırım. Neden, çünkü şimdi özel teşebbüsün olan PO bir zamanlar devletindi. Biz “devlet babamızdır” felsefesi ile yetiştirildik üstelik ben bu felsefeyi en fazla uygulayan Mülkiye’den mezun oldum ve bu Mülkiye’de 40 yıldan fazla hocalık yaptım. Biz bir türlü anlayamadık ki devlet bizim babamız değil, anamızın kocasıdır. Daha fazla söylemeyeyim uygunsuz olur. Dolayısıyla bizim kafamızdaki “yüce sadakat odağı” hep devlet oldu. Oysa o sadakat odağı “İnsan” olmalıydı. En azından bir noktadan sonra insan’a dönüşmeliydi. İnsanın özgürlüğü, insanın haysiyeti, o insanın kendi kimliği, ben şuyum dediği kimlik.

İşte bütün bunları sağlayacak olan, devletin Türkiye’nin çeşitli bölgelerine mahalli özerklikler sağlamasıdır 1921 anayasasında olduğu gibi. Bu, şu demek: Mecburi vatandaşın gönüllü vatandaşa dönüştürülmesi demek. Yahu, ne olur Allah aşkına, Ankara’dan İzmir’e giden uçakta değil de, Ankara’dan Diyarbakır’a giden uçakta Türkçe ve İngilizce anons yapılırken bir tane de kemerlerinizi takın diye Kürtçe anons yapılsa? Kürt vatandaş memnun mu olur yoksa ben devletimi kuracağım, bu ilk adım mı der? Tabii ki birincisi. Mutlu olur. Kürtler bu memleketten ayrılmayı hiçbir zaman istemedi. Çünkü hem din-mezhep aynı, ki bu Ortadoğu’da çok önemlidir, hem de yüz bin kere daha önemlisi, Türkiye AB adayı. Zaten AB ülkesi olmak demek bölgesel özerkliklere kavuşmak ve de kendi kimliğini hiç korkmadan “Ben Türkiyeli Kürt’üm”, “Türkiyeli Ermeni’yim” diyerek ifade edebilmek demek. AB adayı olan Türkiye’den ayrılmak Kürtler için intihardır. Belirsiz bir gelecektir. Bunu hepsi biliyor. Zaten küreselleşme ile ulus devletin sınırları erimiş vaziyette. İktisadi sınırlar bile eridi milliyetçiliği milli burjuvazi kurdu batı Avrupa’da milli küçük burjuvazi kurdu Türkiye’de yani ittihatçılar. Artık burjuvazi milli mi?

-Türkiye’nin bölünmemesi için mahalli özerklik?

Aynen. Olay tek kelimeyle budur. Bak, 2008’de Fransız anayasası Md. 75-1’e “Fransa’nın örgütlenmesi ademimerkeziyetçidir” ilkesi kondu. Hiç azınlık sorunu yaşanıyor mu Fransa’da? Çünkü ne kadar azınlık dili varsa, hepsinde eğitim yapılabiliyor. Azınlık dillerinde ders almaktan bahsetmiyorum; eğitim dili olarak kullanılabiliyor bu azınlık dilleri. Mahalli özerklikler sayesinde.
Devlet bu kadar üstlerine binince, Kürtler de yanlış anlıyor bu mahalli özerkliği ve hatalı hareketler yapabiliyorlar. Mesela BDP, Temmuz 2011’deki Demokratik Toplum Kongresi’nde demokratik özerklik ilan etti. Oysa, bağımsızlık ilan edilir ama özerklik ilan edilmez. Çünkü üniter devletlerde, ki bizim yanlış olarak İngiltere dediğimiz B. Britanya da bir üniter devlettir, özerklik başkentten verilir. Bizim Kürtler bizim ülkede yetiştikleri için Kemalizm’in tepeden inmecilik hatalarını da öğrendiler. Mesela, KCK Sözleşmesi metnine bak, baştan aşağıya şunu söylüyor: “Öcalan, sen bizim her şeyimizsin!”. Sadece, Ebedi Şef Atatürk yerine Ebedi Şef Öcalan gelmiş. Biz öğrettik bunu, Kürtlere.
En büyük hata da şunu bir türlü anlamayışımız: “İnsan devlet için yok. Devlet insan için var”. Bu kadar basit. Kürt ve demokrasi sorununun çözümü bu kadar basit.

-İslamcılar da mı Kemalist?

Ne yazık ki evet. Bir kere, İslamcılar şimdi başa gelince bir sarhoşluk, bir intikam dönemi geçiriyorlar. Kemalistlerin onlara yaptığını onlar Türkiye’ye yapmaya başladılar. Alkol yasakları, yok Süt Bankası, yok Helal Gıda olayları…

-Bu dönem geçecek mi?

Geçecek, fakat delip geçmesin diye şu anda uyarıyoruz. Tabii ki geçecek ama geçerken çok fena sekel yani yara izi bırakabilir Türkiye’nin yüzünde.

-Şeriat gelecek korkusu vardı mesela Penguen’e başörtü takmış birileri

Aslında onun yalan olduğu ortaya çıktı çünkü ulusalcılar bir takım hurafeler üretebiliyorlar

-Yani yalan olduğu ortaya çıktı ama çabuk yayılıyor

Neden yayılıyor, çünkü AKP bir yandan içeride ve dışarıda Sert Güç kullanmaya başladı, mesela gazeteden gazeteci attırıyor, bir yandan da İslamcı olmayanları İslamcı yapmaya girişti.

-Tekrar o korkular ortaya çıkacak mı?

Çıkacak ve bu da ulusal morali çökertecek. Ben rahat rahat ulusalcılara halt ediyorsunuz diyebiliyordum fakat şimdi bunlar süt bankası kanunu işini çıkarınca aynı şekilde yüklenemiyorum ulusalcılara. Yani AKP kendi bacağına ateş ediyor. Nasıl 1920’lerde gayrimüslimleri temizleyerek ve Alevileri denklemin dışına süpürerek Kemalizm kendi bacağına ateş ettiyse, İslamcı parti geldi, kendi bacağına ateş ediyor.

-Liberal kesim de Erdoğan’ı destekliyordu; bu hamle ile o aydınları kaybediyor denilebilir mi?

Sadece aydınları kaybetmekle kalmadı, demokrat münevverleri de kaybediyor AKP. Vicdanlı Müslümanlar adı altında toplayabileceğimiz demokrat Müslüman itiraz gruplarını da kaybediyor ki o insanlar AKP’nin fikirsel kaymak tabakası. Maalesef bu insanlar, başbakanın ağzından çıkan her şeyin bir hikmet olduğunu söyleyip alkış tutanların yanında yeterince duyulmuyor. İşte o İslamcı demokrat entelektüelleri kaybediyor; sadece benim gibi Batıcı aydınları değil.

-CHP ile belki özdeşleştirebiliriz belki o durumu ulusalcıları

Evet, çünkü nasıl ulusalcılar AKP’ye karşı hiçbir alternatif oluşturmuyorlarsa, CHP’de bu hali ile AKP’ye karşı hiçbir alternatif oluşturmuyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin şu anda bu hale gelmesi sadece Kemalizm’in geçmişteki hataları yüzünden değil, esas olarak CHP’nin şimdiki durumu yüzündendir.. Yani içindeki ulusalcıları temizleyememek bugünkü dünyaya adapte olamamak yüzünden alternatifsiz bıraktı AKP’yi. AKP’nin bu kadar aşırılaşmasının sebebi, alternatifsiz olmasıdır. Karşıt ağırlıksız her hareket aşırılığa gider çünkü bu bir fizik kuralıdır. Bugün CHP’nin sıfır olması, AKP’nin Türkiye için vahim olacak bu hataları yapmasının en büyük sebebidir. Tabii bir sürü sebepleri var: Bir kere, mutlak iktidar mutlak biçimde bozar. İkincisi, Başbakan Erdoğan’ın sinirleri bozuk; çok ciddi biçimde bozuk. Üçüncüsü, CHP diye bir iktidar alternatifi yok ki; insanlar ne yapsın kime oy versin. AKP’ye oy vermesinin sebebi alternatif diye bir şey olmaması.

-Sizin öneriniz nedir CHP için?

Yapılacak tek şey var: bütün ulusalcıları son ferdine kadar istifaya zorlayıp sosyal demokrat bir parti haline gelmek. Yahu, şöyle düşünsenize, CHP iktidara oyla tek bir kere gelebildi. Ecevit döneminde geldi çünkü CHP’nin eski CHP’den çok farklı bir parti olduğunu iddia etmişti.. Ortanın solundayım dediği için geldi. Şimdi de aynı şeyi yapması lazım. “Ben artık, Türklere millet diyen ama Kürtlere milliyet deyip aşağılayan takımı tasfiye ettim, ben artık sosyal demokrat bir CHP’yim, eskisi gibi düşünmeyin beni” demesi lazım. O zaman gerçek bir alternatif olur AKP’ye ama bu yapılmadan önce AKP’yi kimse tutamaz.

-Spekülasyon boyutunda ama, Sarıgül’ün geçeceği?

Sarıgül’de ideoloji yok. Baykal gibi. Kılıçdaroğlu gibi. Bunlar iktidar için idare-i maslahat yapıyorlar. Mesela Sarıgül hem Hrant’ın cenazesinin yapılabilmesi için koca caddeyi kapatıyor hem arkasından bilmem kaç yüz metre uzunlukta Türk bayrağı yaptırıp dolaştırtıyor. Nedir bu, bu belediye başkanı olmaya devam etmektir. İdeoloji yok bunlarda. CHP’nin bir ideolojisi olması lazım ve onun da ulusalcılık değil sosyal demokratlık olması lazım. Bak AKP’de bir ideoloji var.

-Türkiyelilik kavramını siz mi ürettiniz?

Hayır. Benim tespitlerime göre Ağustos 1915’te ilk defa Hususi Mektepler Nizamnamesi’nde kullanıldı bu Türkiyeli terimi. . İkinci kullanılışı Temmuz 1923 yılında Gazi M. Kemal Paşa tarafındandır. 1921 anayasasını tadil etmek istediği zaman kendi el yazısı ile 12/13/14/ ve 15. maddelerde “Türkiyeli” tabirini kullandı. Bütün Türkiyeliler kanun dahilinde dernek kurabilirler, ticaret yapabilirler falan filan diye. Üçüncü kullanımı Eylül 1923’te Büyük Millet Meclisinde. O sırada Heyet-i Mahsusalar kurulmuş, hangi subaylara emekli maaşı bağlanacak, o tartışmalar sırasında. Cemil Koçak’ın kitabında anlatılır. Kurtuluş savaşında subay kadroları birdenbire şişti. Savaş bitince adam gitmiş Yemen’de oturuyor Bağdat’ta oturuyor. Artık onlar senin sınırının dışında ve bütçede para yok.. Orada denildi ki “Türkiyeli” subaylara emekli maaşı verilsin yani burada doğan ve burada oturan. . Dördüncü kullanım, 1961’den sonra TİP kullandı. Komünist diye bilindiği için tabii tepki aldı. Beşincisi, genç Kürtler kullandı 1967-69 arasında, onlara da bölücü dendiği için tepki doğdu. Altıncısı, Öcalan kullandı çeşitli kereler. Son olarak resmî bir belgede, ben kullandım Azınlık Raporu’nda. Yani bunu ben icat etmedim. Bunu İttihatçılar ve Atatürk icat etti. Ama sosyalistler ve Kürtler de kullandığı için saldırıya uğradı terim, uğruyor.

-Sizin üstünüze kaldı

Ben iftihar ederim bununla; keşke ben icat etmiş olsaydım; büyük şereftir. Yahu, İzmirli oluyor da, Erzurumlu oluyor da, neden Türkiyeli olmuyor? Diyorlar ki bu tercüme edilemez. Yahu sen kullanmıyorsun ki yabancılar tercüme etsin . Üstelik bal gibi tercüme edilebilir; dil bilmiyorlarsa ben edivereyim. Türkiyelilik: İngilizcede Turkeyness. Türkiyeli: Fransızcada Turquien. Dolayısıyla buna karşı çıkanlar çok zavallı şeyler söylüyorlar. Bütün olay ne biliyor musun, o etnik Türk’ü o yukarıdaki tahttan aşağıya, herkesin arasına indirmemek. Türkler eşitliğe razı olmadıkları için Türkiyeliliğe karşı çıkıyorlar. Oysa bu bölücülük ve parçalayıcılığın daniskası.

-Bir “Türk’üm” diyememe var, bu bir yan etki midir?

Nasıl diyemiyorlarmış? Birincisi, bunu söyleyenler dünyanın en güçlü desteğinden yani mazlumiyet iddiasından yararlanmak isteyenler. Bunu söyleyerek. “Biz Türkler Türkiye’de mazlumuz” diyerek, bundan kuvvet almak istiyorlar. . İkincisi, bunu söyleyenler Türk’ü bir alt kimlik olarak söylemiyorlar; üst kimlik olarak söylüyorlar. Üst kimlik olarak söylediğin anda alt kimliklerin en güçlüsünü üst kimliğe çıkarmış oluyorsun otomatik olarak. Bu da ikinci güçlü alt kimliği Türkiye’ye yabancılaştırıyor. Üçüncüsü, söylediğim gibi, Türkler yukarıdaki tahttan aşağı inip eşit olmak istemiyorlar. Bütün kavga bu tabii. Bir de zombilerden korkuyor Türkler, kendi yarattıkları zombilerden; onun adına da Sevr paranoyası diyoruz. Bu da bir mazlumiyet ifadesi.

– Bu mazlumiyet meselesini biraz açar mısınız?

Bu mazlumiyet meselesi, Kıbrıslı Türk kökenli bir Amerikalı sosyal psikoloji profesörü olan Vamık Volkan tarafından tanıtıldı dünyaya:. “Seçilmiş travma” veya mukaddes korku da diyebilirsin. Diyor ki Vamık Bey, milletler iki şeyden yararlanarak birlik beraberlik sağlarlar. Bir: büyük zaferler, iki: büyük mazlumiyetler. Büyük zaferlerin olmadığı yerde, ki Türkiye’de 23’ten beri yok, büyük mazlumiyetlerden yararlanmaya çalışırlar. İşte Ermeni diasporasının Seçilmiş Travması jenosit kavramıdır, bizimki de Sevr Paranoyası ve “Türkiye’de Türk olduğumuzu söyleyemiyoruz” gülünçlüğü. Olay bundan ibaret. Sevr Paranoyasını zombileri yaratarak biz yarattık, şimdi ondan yararlanarak birlik beraberlik sağlamaya çalışıyoruz ama bununla ulusal morali perişan ettiğimizin farkında değiliz.

-İmralı’ya giden heyete arzuhalci diyenler oldu siz nasıl buluyorsunuz bunu?

Oraya gidenler dediğin anda, BDP diyorsun. BDP sıfır düzeyine indirgendi şimdiye kadarbir yandan PKK bir yandan da devlet tarafından.. Şimdiye kadar Kürt meselesinden 13 tane siyasi parti kapatıldısadece Anayasa Mahkemesi tarafından, 61’den sonra. Daha düne kadar Başbakan Erdoğan BDP’nin kapatılması için her şeyi yapmadı mı, milletvekillerinin dokunulmazlık fezlekelerini her dakika başlarına vurmadı mı? Ta 2007 yılında demedi mi, Dolapdere’de DTP’lilere pompalı tüfekle ateş ettiği zaman, siz esnafın vitrinlerini indirirseniz tabii böyle olur, demedi mi. 2007 seçimlerinden önce biz o sırada koalisyonda olsaydık Öcalan’ı asardık demedi mi? Şimdi de kalkıp BDP ile bir olup referandum yapacağız diyor. Ne oldu birdenbire? Hep başkanlık, hep seçilmiş padişahlık; başka hiçbir şey yok Erdoğan’ın kafasında. Kürt meselesinin halli de bu başkanlık projesinin bir adımından ibaret.

-Öcalan’a şunu sorardım dediniz ya, onu sormanızın nedeni yaşanan durumu teşhir etmek mi?

Tiyatro var, o tiyatroda da tek bir kişi oynuyor: Başkan olmak isteyen Erdoğan. Diğer yandan, bir de Öcalan. Tutanaklarda gayrimüslimler hakkında pek hoş olmayan şeyler söylüyor; şimdi açmayalım. Bu arada Saidi Nursi’ye Ermeni diyor. . Said-i Nursi Nurs köyündendir, Nurs eski bir Ermeni köyüdür, diyor. Doğu Anadolu’da eski Ermeni köyü olmayan köy mü var? Harput başta olmak üzere. Harput’ta tiyatro 1880’de kuruldu. Bak bakalım bugün sinema salonu var mı Harput’ta. Neyse
Öcalan iki tane önemli şey söyledi tutanaklarda, ikisi de vahim:. 1) başkanlık rejimine destek vereceğiz dedi, 2)bölgesel özerklik istemeyeceğiz dedi. Ne kaldı geriye Kürt sorunun hallinde? . Buradan benim çektiğim fotoğraf, bir an önce çıkmak isteyen bir Öcalan fotoğrafıdır, kimse kusura bakmasın.
Kürtler neden Öcalan’ı destekliyorlar, çünkü o kadar ezildiler ki devlet karşısında şu anda parçalanmış gözükmek istemiyorlar. Olay budur ama bu böyle devam edemez. Kürtlerin içinden de mırıltılar yükselecek ki yükseliyor. Kandil dur biraz diyor. Benim gibi bu işten ciddi rahatsızlık duyan, bu işin kötüye varacağından korkan ilk seslerdir; bunların arkası gelecek. Böyle kalamaz çünkü kökleri yukarıda dalları aşağıda ağaç tabiata aykırı.

-Peki bu sözlerinize gelen tepkiler nasıl?

“Baskın Oran PKK’ya silahları bırakmayın, yurt dışına çıkmayın savaşmaya devam edin, AVM’lere saldırın, diyor” şeklindeki tepkiler. Yani, Allah selamet versin derdi 1890 doğumlu babam, bir Emirgan beyefendisi olduğu için küfredemezdi, çok kötü konuşacağı zaman kendisini tutar, sadece Allah Selamet versin derdi, ben de sözlerimi böyle anlamak için kendilerini paralayanlara Allah Selamet versin diyorum. -Erdoğan’ı Öcalan’ın idare ettiği iddiaları da var?

Öyle şey olur mu yahu. Öcalan PKK’yı bile idare edemiyor çünkü PKK çok başlı, Almanya’daki diaspora var, Kandil var ki çok başlı, İmralı diye anılan Öcalan var, ayrıca bir de Kürt burjuvazisi ve Kürt STK’ları var. . Ama şu anda Öcalan tek muhatap, tek başmüzakereci gözüküyor. Birdenbire teröristbaşılıktan müzakerecibaşılığa terfi ettirildi devlet tarafından. Artık kim kimi idare ediyor, zamanla anlayacağız.

-Ama bu bir yere kadar herhalde?

Sen kalkıp da, biz başkanlık sistemini destekliyoruz deyip ademimerkeziyetçiliği Erdoğan’ın iki dudağının arasına verirsen ve bir de biz özerklikten vazgeçtik dersen ne kaldı geriye?. Ya bizim bilmediğimiz bir olay var, muazzam önemli bir şey, yahut da hiçbir şey yok. Her şeyi seçilmiş padişahlığa feda etme var. Bunun adı da beceriksizliktir. Atatürk tek adam oldu 1920’lerde. 2020’lere geliyoruz. Tek adam olur mu yahu, izin verilir mi? Bu devirde seçilmiş padişah olunabilir mi 2013, 2014, 2015’te?

Tabii bir de 2015 geliyor. Ne yapılıyor Ermeni meselesinde? Hiçbir şey. İnkara aynen devam ediliyor. Üçüncü büyük zombimiz bu bizim Türkiye gene dünyanın kokarcası ilan edilecek bir vesilleyle daha. Biz şimdi ne yapıyoruz biliyor musun 2015 için? Azerbaycan diasporasıyla işbirliği yapıp Hocalı katliamı soykırımdır diyoruz. Hocalı’da 620 civarında sivil Ermeniler tarafından şehit edildi. 1915’de iki milyona yakın Ermeni’nin büyük çoğunluğu fiilen devlet tarafından tehcir edildi ve bunların büyük kısmı da öldürüldü. Bugün 55 bin ermeni kaldı. Bütün Türkiye’de topu topu yüz bin gayrimüslim kaldı. Türkiye’deki nüfus projeksiyonlarına bakacak olursak 14 milyon olmaları gerektiği hesaplanıyor. . O zombi bizim tekrar üzerimize gelecek 2015’te, tekrar o anlamsız müdafaaları yapacağız. Gömmek lazım cesetleri, gerekli törenleri yaparak gömmek lazım. Yani artık yüzleşmek lazım bu tarihsel hatalarla. Türkiye’nin başka türlü kurtuluş yolu yoktur. Geciktikçe zorlaşıyor, söyleyeyim.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı