Baskın Oran

ABD ne istiyor, Türkiye ne yapmalı

Yaklaşık bir haftadır ABD medyası ve devlet adamları, Orta Doğu’yu kan ve ateşe boğan ve daha da boğacak gibi gözüken politikalarında Türkiye’yi kullanabilmek için, korku tünellerini fayrap ettiler. Söylemiş ve yazmış olduklarını büyük dikkatle okumak çok önemli:

“ABD Hava Kuvvetleri istihbarat uzmanı” J.Feiser, tahmin mi yoksa dilek mi olduğu anlaşılmayan şu ifadeyi kullanıyor: “Nükleer silahlara sahip bir İran, AKP hükümeti ile MGK’nin arasını açabilir” (Cumhuriyet, 17.02.2005). Demek ki ABD, Türkiye’de askerlerle sivillerin çatışmasından umutlanıyor.

Eski BM büyükelçisi R.Holbrooke W.Post’ta yazıyor: “Türkiye ile Rusya yakınlaşması tehlikeli”. Demek ki ABD, bu yakınlaşmayı katiyen istemiyor.

Asıl sinir harbi, R.Pollock’ın W.S. Journal’daki yazısında (Radikal, 18.02.2005). Nankörlük suçlamasıyla başlıyor: “Baku–Ceyhan’ı kabul ettik, Ermeni tasarılarını geçirmedik, Apo’yu yakalayıp verdik, AB’de kulis yaptık”. Bunlara cevap vermek basit: Baku-Ceyhan’ı, Rusya’yı sıkıştırmak için istedi. 24 Nisan’ı daha Eylül 84’te “İnsanın İnsana Hunharlık Günü” ilan etti. Apo’yu verişi, K.Irak’daki faaliyetlerine itiraz edilmemesi içindi. Hele, AB’ye girişte yardım ettiğini hiç söylememeliydi, çünkü CIA’nin “Türkiye’nin üyeliği, AB’yi parçalayabilir yada dağıtabilir” sonucuna varan 2002 tarihli raporunun 19 Aralık 2004’ten birkaç gün önce yayınlandığı herkesin malumu (M.Kırıkkanat, Radikal, 04.02.2005).

Sonunda, tehdit ediyor: “Türk yetkililer eğer kamuoyundaki önyargıları önlemezse ABD’de dostsuz, Avrupa’da sevilmeyen, paranoyak, marjinal, ikinci sınıf bir ülke olarak bulabilirler kendilerini”. Demek ki ABD, tehditlerini ve mecbur kılmalarını kolaylaştıracağı için, Türkiye’nin Avrupa’da sevilmemeye devam etmesini istiyor.

***

Yıl 1966, Mülkiye ikinci sınıfın yazında Paris’e bir staja gitmişim, “Bi bikini giyiyorum plajda, bi göreceksin, yasaktır ya bizde, Franco’nun polislerini kudurtuyorum!” diye başımı döndüren şeytanın arka bacağı bir İspanyol kızıyla ayakta iki kadeh atıyoruz, barın tezgahında konuşmalarımızı dinleyen yaşlı kulağı kesiklerden biri tatlı tatlı lafımıza karışıyor, az sonra da kulağımıza eğilecek: “Siz pek tatlı bir çift imişsiniz! Evim karşıda. Anahtarı vereyim, gidip keyfinize bakın!”.

Bendeki genç salaklığının derecesini hesap edin ki, içim gidiyor bu teklife; oysa kız tecrübeli, teşekkür ediyor, koluma giriyor, çıkıyoruz. Dışarıda bana diyor ki: “Maintenant nous savons où ne pas aller!” Şimdi artık nereye gitmemek gerektiğini biliyoruz!

ABD’nin saldırgan Orta Doğu politikasına alet olmamak için ne yapmamak gerektiğini, ABD’nin ne istediğine bakıp çıkartmak çocuk oyuncağı.

***

Türkiye, bu korku tünellerini bilir. Bunları ağababasını 1945-46’da yaşadı. O zamanlar İngiliz ve Amerikan gazeteleri SSCB işgalinin ha bugün ha yarın başlayacağını yaydılar. Türkiye’nin sinirlerini bozmaya ve ABD’ye sığınmasını sağlamaya çalıştılar. Sonradan dışişleri bakanı olacak Necmettin Sadak, Türkiye’nin her şeyin farkında olduğunu 10 Mart 1946 tarihli Akşam’da şöyle yazıyordu:

“…Rus kaynaklı propagandalara İngiltere ve Amerika’da… ‘Sinir Harbi’ deniyor. Fakat bu acayip harp sesinin ne bitmez tükenmez yankıları varmış ki, ta geçen Hazirandan patlayan top, on aydır İngiliz ve Amerikan basınında çınlıyor, oradan tekrar tekrar kulağımıza geliyor. Acaba bu suretle ikinci bir sinir harbi karşısında mıyız? Bu haberler… geçen yaz Moskova’da açığa vurulmuş düşünce ve emellerin, temcit pilavı gibi ortaya sürülmüş yeni bir çeşnisinden ibarettir”.

Her şey bu kadar açıktı. Fakat ABD çekiyor, Stalin sersemi de itiyordu. Savaşta karaborsayla biti iyice kanlanan sermayenin bastırmasıyla, Türkiye sonunda gidip ABD’nin huzur verici kollarına sığındı. Bugün durum çok bakımdan çok farklı. Ama değişmeyen bir nokta var: Korkunca kurtulmuyorsun, aksine kucağa geliyorsun.

***

Bugün Türkiye’nin bu bataklığa girmemesi ve bir Stratejik OBD’ye yaraşır politika izlemesi için, ABD’nin istemediği şeyleri yapması gerekiyor.

Yani, İran ve Suriye’ye yapılan baskılara tek yumruk halinde direnmesi. Yani, Rusya’ya yaklaşması. Yani, kendi insanına insan muamelesi yapmak sayesinde AB’yle derhal barışması.

Ama, bu kadar dış borçla ve bu kadar iç tutarsızlıkla AKP bunları yapabilir mi, ayrı mesele. Yoksa, ne yapılması gerektiği çok açık.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı