Bizim gazetelere de biraz yansıdı: İsviçre ve Avusturya seçmenleri oylarını dörtte bir oranında faşist partiler için kullandılar.
Ekim başında Avusturya Özgürlük Partisi (başkanı: Joerg Haider) yüzde 27,2 oyla, ay sonunda da İsviçre Halk Partisi (başkanı: Christoph Blocher) yüzde 22,6 oyla ülkelerinde ikinci büyük parti oldular.
Her iki parti de göçmenlere karşı olmakla tanınıyordu. Avusturya’da nüfusun yüzde 10’u doğu Avrupa ve Türkiye’den gelen yasadışı göçmenlerdi. İsviçre’de göçmen oranı nüfusun yüzde 20’sine ulaşmıştı. Her iki parti de dıştan göçü durdurmak, hatta mevcut yabancı işçileri de sınırdışı etmek yanlısıydı.
Tabii, bu durumda akla ilk gelen, bu oyların, yerlilerin işlerini ellerinden alan göçmen işçilere karşı kullanılmış olmasıydı.
Oysa bakıldığında, İsviçre’de işsizlik yalnızca yüzde 3, Avusturya’da da yüzde 4,4’tü. Her ikisinin de ekonomileri sapasağlamdı. Göçmen işçiler yerlilerin istemediği pis işleri onların kabul etmeyeceği ucuz ücretlerle yapıyorlardı.
* * *
Peki, o zaman?
Durumu anlayabilmek için bu iki partinin seçimlerde kullandıkları platformun diğer boyutuna bakmak gerekiyor.
Bu partiler, göçmen işçilere olduğu kadar, diğer “yabancı” öğeye de fena halde karşı: Genellikle uluslararası kuruluşlar ve özellikle de AB. Ulusal egemenliğin AB bürokrasisine devredilmesinden, yani ulusal yaşamın “dışarıdan” yönetilmesinden ödleri kopuyor. Temsil ettikleri orta sınıfların, AB’nin getireceği ekonomik avantajları önemsediği yok. Bunları önemseyen büyük burjuvazi. Küçük burjuvazinin derdi, “ulusal kültür”lerinin uluslararasılaşacak olduğu. Bu kültürün hem yabancı işçiler, hem de küreselleşme tarafından tehdit edildiğini düşünüyorlar.
Yani, işin Türkçesi, küçük burjuvazinin ezeli korkusu (daha doğrusu, çifte kompleksi) burada da kendini gösteriyor: hem üst sınıfa karşı hınçlarını ortaya koyuyorlar, hem de alt sınıfa karşı tiksintilerini. 20. Yüzyıl Avrupa tarihi boyunca bu hep böyle olmadı mı?
Tek farkı; geleneksel faşizmin kendisi için çok somut, çok yakın ve çok büyük ekonomik tehlikeler karşısında ortaya çıkmasıydı. Şimdiki faşizm ise gelecekteki kültürel tehlikeye karşı dikiliyor.
Hareket yalnızca Avrupa’yla da sınırlı değil. ABD versiyonu da var. Bu ülkede Pat Buchanan göçmenlere ve NAFTA ile Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kuruluşlara karşı çıkıyor. Göç ve ticaret politikası böyle giderse ekonomik çöküntü başlayacağını söylüyor. O da “Amerikan kültürü”nün yabancılar tarafından bozulacağından korkuyor.
Yani, Amerikan küçük burjuvası da aynı durumda.
* * *
Türkiye ne alemde?
Zengin ülkelerde olduğu gibi, Büyük burjuvazi kesinlikle küreselleşmeden yana. Her şeyiyle.
Türkiye solu 1960 ve 70’lerde Ortak Pazar’a çok karşıydı. Oysa şimdi insan hakları getirecek diye AB’ye hiç karşı değil. Hatta, çok istiyor. Hiç düşünmeden istiyor. Çünkü bugünkü ortamda canı burnundan çıkıyor. Üstelik, Batı’nın olduğu gibi alınması konusunda bir Kemalist gelenek var. Üstelik, Osmanlı’da ve Türkiye’de ilerleme hep dışarıdan ve yukarıdan baskıyla geldi.
Sağ’a gelince, orada da zengin Batı’yla büyük benzerlik var. Sırf partilere bakarsanız, FP ve MHP’nin küreselleşmeye karşı net bir tutumları yok. Çünkü ikisi de Amerika’ya ağabey olarak bakıyor.
Ama bir de seçmenlerine bakın. İkisinin de büyük çoğunluğu küreselleşmenin kültürel bombardımanı altındaki yörelerden ve sınıflardan: Varoşlar ve esnaf.
Sadece, bizimkilerin durumunun Batı’dan iki farkı var:
Batı küçük burjuvasının kendi altındakilere (yabancı işçilere) duyduğu tiksinti yok bizimkilerde, çünkü böyle bir durum yok.
Ama bizdeki durum, bu insanların bir de “Müslüman” oluşlarıyla vurgu kazanıyor. Çünkü küreselleşmenin getirdiği kültür, bunlara sınıfsal bakımdan ters geldiği kadar, Hıristiyan olduğu için dinsel bakımdan da ters geliyor. Katmerleniyor.
Yani, Türkiye’deki alt-orta sınıfların geleneksel gericiliği, aynen zengin Batı’daki gibi, küreselleşme tarafından azdırılıyor. Hem iç dinamiğin derdini çekiyoruz, hem dış dinamiğin.
Osmanlı tarihi boyunca olduğu gibi.