Baskın Oran

Tek parti döneminde yargıç bağımsızlığı

Adalet Bakanı Oltan Sungurlu, devlet içindeki işkencecilerin ve çetecilerin defterini dürmek isteyen yargıç ve savcıların tayinini çıkarırken ne amaç güdüyordu?

Kurallara göre zamanı gelmişlerin mi yerini değiştiriyordu, yoksa onları cezalandırmak yada kimi rezaletlerin açığa çıkmasını zorlaştırmak amacını mı güdüyordu?

Bilemem.

Ama, Metin Göktepe’nin işkenceyle öldürülmesi davasına başkanlık edip polisleri tutuklatan ve son kararnameyle Edirne’ye sürülmek istenen kadın yargıç Fatma Nilgün Uçar’ın:

“Ben yerimin değiştirilmesini talep etmedim. Üstelik, buna daha 3,5 yıl vardı” deyişinden de belli ki, bu iş rutin bir iş değil. İşin içinde iş var.

1160 savcı ve yargıcın yerini değiştirmek isteyen kararname tek başına olsaydı, o kadar önemli olmazdı. Bir büyük planın parçası olarak çıktı.

Bir yandan milletvekili dokunulmazlıkları kaldırılmasın diye elden gelen yapılıyor.

Bir yandan “Yargı bağımsız değildir” diyen cumhuriyet başsavcısı yargıya hakaretten mahkemelere veriliyor.

Bir yandan yargıç ve savcılar sürülüyor.

Bir yandan da “Kendi insanınıza insan muamelesi yapmazsanız biz de size yapmayız” diyen Avrupalılar Türkiye’nin iç işlerine müdahaleyle suçlanıyor…

***

1982 Anayasası bile (o bile!) Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu söylüyor.

Hukuk devleti ne demek? Hukukun üstünlüğünü kabul etmiş devlet demek.

Hukukun üstünlüğü ne demek? En azından üç şey demek:

1) Yasaların hukuka aykırı olmaması demek.

Çünkü, normal parlamenter usulleri izleyip öyle güzel yasalar yapabilirsiniz ki, hukuk kavramının taa ırzına geçer. Kimileri hâlâ uygulanan 12 Eylül “yasa”larının 1 numaralı niteliği de bu değil mi?

2) Yönetimin tüm kararlarının yargı denetiminde olması demek.

Bunun için değil midir ki, 12 Eylül’ün darbeci generalleri ilk iş olarak Askerî Danıştay’ın, sonra da Danıştay’ın yetkilerini kuşa çevirdiler!

3) Ama, herşeyden önce, yasaları uygulayacak olanların, yani yargıç ve savcıların bağımsızlığı demek.

Çünkü, her özel olayı önceden tahmin ederek yasa yapmak mümkün olmadığı için, yasaları hukuka uygun yapsanız bile, işin sonu vara vara yargıçların o yasayı nasıl yorumlayacağına varır.

Bu yüzdendir ki, iki ay sonra 12 Eylül’ün başbakanı olacak Bülent Ulusu, 15 Temmuz 1980 tarihli MGK toplantısında şu lâfı etmiştir:

“Yargıya görev değil, imtiyaz verilmiştir. Bunlar dokunulmaz hâle getirilmişlerdir. Yargı, yurt gerçeklerinden tamamıyla uzak, hukuk erbabının hâkimiyeti altında çalışıyor. Yargıca memleketin durumu anlatılmalıdır”.

Bu yüzdendir ki, günümüzde çıplak hamam tabloları yapmakla ünlü Kenan Evren üstadımız yine 12 Eylül’den önce şöyle sızlanmıştır:

“Komutan, kendi emrindeki mahkemeye bile söz geçiremiyor!”

***

Dün gece, 80’lik dostum avukat Süleyman Köymen’le eşi Remime Hanım bizde yemekte idiler.

Bodrum’daki Kumbahçe davasının belkemiği olan Süleyman Abi’nin babası Raşit Bey, Yargıtay üyesiymiş.

Bigün Hacıbayram’da bir cenazeye gitmiş. Yanında da bikaç Yargıtay üyesi. (Süleyman Abi adlarını bile hatırlıyor: Sait, Ali Fehmi, Küçük Mehmet beyler). Hep birlikte cenazenin arkasından yürüyorlar.

Biraz sonra muntazam giyimli,  efendiden bir genç adam hafif arkaya dönmüş ve bunlara selâm vermiş.

Bunlar hiç üzerlerine alınmamışlar. Çünkü genç beyefendiyi tanımıyorlar. Yürümeye devam etmişler.

Biraz sonra genç adam yine dönmüş, yine “Hakim Bey”leri selâmlamış. Bunlar yine bir anlam verememişler. Herhalde arkamızdan birine veriyor, demişler.

Nihayet, genç adam üçüncü bir defa dönüp de selâmlayınca, hemen arkalarından başefendi (yani, başkâtip) Cennet Efendi, uzanıp Raşit Bey’in eteğini çekmiş ve fısıldamış:

“Hakim bey, adliye vekili beyefendi size selâm verip duruyorlar!”

Anlıyor musunuz? Devir, tek parti devri. Yargıç bağımsızlığı diye bişey anayasada yazmıyor ama, yargıçlara saygı diye bişey var. Adalet bakanı gelip Yargıtay’a  yüzünü bile göstermemiş.

Remime Hanım söze karışıyor:

“O devirde, insanlarla lâubali olmasın diye, hâkim çarşıda hamama gideceği zaman hamamcı başkasını içeri almazdı!”

Önceki Yazı
Sonraki Yazı