Neredeyse her yazımda dizgi yanlışlıkları oluyor. Başa çıkmak mümkün değil. Ben de çoğuna aldırmıyorum ve ertesi yazımda düzeltmiyorum.
Ama bazıları, yazının anlamını değiştiriyor ve beni çok sinirlendiriyor. Geçen yazımdaki iki yanlışlık gibi.
Bunlardan biri, 1971 yerine 1921 basılması. 12 Mart’ı kastederken, sanki Kurtuluş Savaşı dönemini kastetmişim ve ayrıca, 1960 darbesini de diğer iki darbeyle aynı kefeye koymuşum gibi olmuş.
İkinci yanlışlık daha da kötü. Yazı şöyle bitmiş: “Şimdi ben, askerlerin sivilleri adam etmesini mi savunacağım?” Yazının bundan sonra gelen ve satırbaşıyla başlayan son iki cümlesi hiç dizilmemiş ve basılmamış:
“Galiba bu “sivil” deyimi üzerinde biraz durmak gerekecek. Gelecek haftaya bunu konuşalım, çok şey aydınlanabilir”.
Geçen yazım böyle bitecekti. Bu hafta oradan başlayalım: “Sivil” ne demek?
Sivil, “askerî olmayan” demek. Yani, İslamcılar sivil. Kurdukları tarikatlar da sivil toplum örgütü. Bugün biçok demokratın, İslamcıları hâlâ korumasının nedeni bu.
Kusura bakmayın ama, bunlar nah! sivil ve tarikatları nah! sivil toplum örgütü!
Tam bir ay önceydi, eşim Feyhan’la birlikte Paris’teyiz. Conciergerie denilen tarihî binayı geziyoruz, zemin katta muazzam bir sütunlu salon, rehberimiz aynen şöyle dedi:
“Şu anda, dünyadaki sivil mimari salonlarının en büyüğünde bulunuyoruz. Tabii, askerî mimarî ve dinî mimari derseniz daha büyükleri var ama, burası dünya sivil mimarisinin en büyük salonu.”
Haa, demek ki “sivil” kelimesi sadece “askerî olmayan” anlamına gelmekle kalmıyormuş, aynı zamanda “dinî olmayan” demekmiş.
“Sivil toplum örgütü” denilen şey, Ortaçağda birey’in kendini Feodal Devlet ile Kilise iktidarından korumak için yarattığı çareydi.
Bu açıdan, Osmanlı’da ilk belirdikleri dönemde tarikatlar (özellikle de Bektaşilik) sivil toplum örgütüydü. Çünkü Devlet ile Resmî İslam işbirliğinin birey’i ezip geçen etkisine karşı insanların sığındığı yerlerdi.
Ama artık tarikatlar en azından 3 bakımdan tam tersi örgütler:
1) Din’in birey üzerindeki etkisini ve denetimini azaltmıyor, tersine, korkunç artırıyor.
2) Devlet’ten kaçabilmeyi sağlamıyor, tersine devleti de denetime aldığı için birey’in kaçmasını tam imkânsız kılıyor.
3) Birey’i yokedilmekten kurtarmıyor, tam tersine kendi içinde eriterek yokediyor. (Zaten, tarikatlara gelenlerin büyük bölümünü, bu dünyanın dayanılmaz ağırlığına dayanabilmek için tarikat içinde eriyip gitmekten medet uman garibanlar oluşturuyor).
Onun için, tarikatları (RP’yi) artık saldırıda bulunamayacak hale derhal getirmek, “sivil”liği savunan herkes için 1 numaralı görev haline geldi. Çünkü bu adamlar iktidarda kalırsa Türkiye’yi gerçekten 7. Yüzyıla götürecekler ve ondan sonra tekrar 21. Yüzyıla dönmek korkunç emek alacak.
Çünkü kendilerini ebedî kılmak için bir yandan devlet kadrolarını imamlarla dolduruyorlar, bir yandan serî imalat biçiminde imam-hatip orduları yetiştiriyorlar, bir yandan da iktidar sayesinde İslamcı sermayeyi devleştiriyorlar.
Orası öyle.
Ama, geçen haftaki yazıya dönersek, sorun burada bitmiyor. Tersine, fena halde başlıyor.
Çünkü, sivil olmayan İslamcıların bu rezil gidişini bu ölü toprağı serpilmiş ülkede durdurabilecek tek güç, yine sivil olmayan Askerler! Çünkü bu ülkede Parlamento diye bişey yok!
Ama o askerler ki, 12 Eylül’den sonra bir yandan okullara mecburi din dersleri koydular, diğer yandan da bu Dincileri durdurabilecek tek sağlıklı kesim olan solcuları ve sivil toplum örgütlerini ezdiler. Sonunda bugünkü rezil durum ortaya çıktı.
Bütün bunlar, hükümete artık “tavsiyede bulunan” değil, “bildiren” Milli Güvenlik Kurulu’nun yönetiminde oldu.
Şimdi de askerler, bal gibi ellerinde olduğu halde, Türkiye’deki bütün cerahati bir anda patlatıp temizleyecek olan Susurluk’u çözmemekte direniyorlar.
Bal gibi ellerinde olduğu halde, mal-mülk-koltuk uğruna Dincilerin bu kadar azmasının tek nedeni olan Çiller’in ipliğini pazara çıkarmıyorlar. RP’ye iktidar ortağı olarak Çiller gibi bir “rehine” dışında kim olsaydı, Dinciler iktidarda yıprandıklarıyla kalacaklardı.
Şimdi ben nasıl itimat edip de destekleyeyim askerleri?
Ama desteklemezsem, Dinciler 70 yıllık Aydınlanmayı karartacaklar. Sonunda, özgür insanların tek çaresi “direnme hakkı”nı kullanmak olacak, çünkü domuzuna herşeyin üstüne üstüne gidiyorlar. Bu, Türkiye’de iç savaş demektir.
Desteklersem, bir daha askerin eli iktidardan hiç çekilmeyecek. Zaten bütçesi tartışılmıyordu, artık kendisi yapıp onaylayacak. Dış harekâta karar verecek, dış ülkelerle antlaşma imzalayacak. Kürt sorununda kendi mantığı dışında fikir söyletmeyecek.
Sakın kalkıp, “Herşey olup bitti bile. Zaten, sen kimsin ki?” demeyin.
Ben çok önemli biriyim: Birey’im.
Ve sıkıntılar içindeyim. Ya siz?