Baskın Oran

Sakızcı

Gırgırı seven arkadaşlarım şikâyette bulunuyorlar:

“Bodrum yazıların bitti mi oğlum, başka bişey yok mu, hepsi bu kadar mı? Yaz ulan, yaz, devam et, iyiydi!”

Peki, mademki istediniz, yazmamakta direndiğim, bu yılki sonuncu Bodrum yazımı yazayım. Okuyun bakalım.

Her sabah (daha doğrusu, öğle vakti) uyanır uyanmaz Halikarnas’ın yokuşundan iniyorum, bizim Kumbahçe Parkından geçip Artemis Otel ve Dinç Pansiyon’a doğru yürüyorum,

“Bakalım bu sabah durum nedir. Aman, uçlarını fazla yakmasınlar!”

diyerek orada güneşlenen üstsüzleri teftiş görevimi bîhakkın ifa ettikten  ve Azmakbaşındaki kitap fuarına bir göz attıktan sonra gerisingeri  dönüyorum, ne olur ne olmaz diye teftişimi tekrarlıyorum ve Park’ın karşısındaki Berk Market’ime uğrayıp ayrılmış gazetelerimi alıyorum.

O’na, ilk kez, bu teftiş gezilerim sırasında rastladım.

Küçük bir kutu içinde, tanesi yirmi beş bine Falım sakızı satıyordu Azmakbaşında. Tam köprünün üstünde dikiliyor, ekmeğini çıkarıyordu.

Esmerdi. Kısa kıvırcık saçları bikaç kâkülle alnına dökülmüştü. Kara kaşlı kara gözlü, enikonu yakışıklı bir çocuktu. 20 yaşlarında kadardı. Göğsü genişti, kollarının çok güçlü olduğu anlaşılıyordu.

İlk aklıma getirdiği husus, yahu sadece sakız satmakla gündelik nafaka çıkar mı, düşüncesi oldu. Gideyim, şu çocukla konuşayım, yanında başka şeyler de satsın.

Ama gidip konuşmadım.

“Sermayem yok. Hangi sermayeyle alıp satayım!” cinsinden bişeyler duymak riskinden değil.

Başka şeyler engel oldu gidip konuşmama.

Yüzündeki bir ciddiyet. Hatta, bir hüzün. Sabahı ayrı akşamı ayrı insan kaynayan o Bodrum’da çevreyle ilişkisini tam bir kesmişlik.  Etrafla hiç, ama hiç iletişim kurmayış. Gündüz bikiniyle, gece siyah kombinezonla (evet, kombinezonla!) dolaşan ilik gibi İngiliz kızlarına başını çevirip bakmayış. Civardaki diğer satıcılarla ve hatta müşterilerle ilgilenmeyiş.

Birisi gelip bir sakız aldığı zaman da değişmeyen bir duvar…

Ama izleyen günler, fark ettim ki sadece sabahları Azmakbaşında değil, geceleri de sabaha kadar Halk Eğitim Merkezinin önünde mevzileniyor. İyi yerler seçmiş doğrusu. İçim rahatladı. Bu yerlerde bu kadar uzun süre ayakta dikelirse, sırf sakız satarak bile nafakasını çıkarabilir.

Ne çalışkan çocuk ama. Helâl olsun. Doğrusu, sululuğun diz boyu olduğu Bodrum’da bu kişiliği ve bu çalışkanlığı ilgimi çok çekiyor. O günlerde zaten küçük bir teyp almışım bizim İsmail’den, hani şu Bodrum’a ilk enişte olduğum günlerde yazdığım “Üç” adlı yazıda sözünü ettiğim, dükkânını yıllığı dört milyar gibi o zamanlar için korkunç bir paraya tutmuş olan kasetçi İsmail’den. Şu çocukla bir röportaj yapsam Aydınlık için.

Öğlenleri ve sabaha karşı karşılaşıyoruz. Sakız alacağım kendisinden, hem nafakasına katkıda bulunacağım, hem de konuşmuş olacağım, ama çekiniyorum. Ya benim kendisine yardım için aldığımı anlarsa.

Yahu, niye çekiniyorum, Neyran tam yaşı icabı fala meraklı değil mi? Götüreyim kızı, aldırayım bikaç tane Falım!

Tam ben bunları düşünür ve O’na doğru yürürken, İngiliz kızlarından biri seyirtti, kendisine bir kağıt para uzattı ve kutudan sakız almadan yürüdü.

O yerinden kıpırdamayan heykel gibi Sakızcı birdenbire atıldı, yürüyüp gitmekte olan kızın bileğinden yakaladı, kafasını “Olmaz!” gibilerden şiddetle iki yana salladı, bir avuç sakızı zorla kızın eline doldurdu.

Artık o gün bişey alamazdım.

Ama ertesi gün gittim. Neyran’a fallı sakız aldım bikaç tane. Ertesi gün yine. İki gün sonra yine.

Artık Ankara’ya dönme zamanı yaklaşıyor. Biz bu arada öğlen yada sabaha karşı karşılaştığımızda selâmlaşır hale gelmişiz. Henüz konuşmuyoruz ama, gözbebeklerinde bir sempati  noktası belirdi.

“Merhaba. Nasıl işler bugün?”

“Sağ ol. Fena değil”.

Yoğun bir Doğulu aksanı. Tonu yumuşak. Devam ediyorum:

“Ben Ankara’da gazetede yazıyorum. Çalışkanlığın dikkatimi çekti. Seninle bir röportaj yapmak isterim”

“Nasıl yani?”

“Canım, konuşacağız, mesleğini anlatacaksın, ben yazacağım”.

Bir anda yüzü yine maskeleşiyor. Ses, buz gibi:

“Resim yok ama!”

“Tamam canım, tamam. Zaten benim fotoğraf makinem bile yok”.

“Resim yok ama!”

“Anlaştık. Bigün boş vaktinde gelirim, konuşuruz. Yazıyı sana da yollarım”.

Yüzü ikircikli yine. Ben bu işi gelecek sezona erteleyeyim en iyisi. Bana güvensin, yakınlaşalım, ondan sonra. Acelem ne, ben gazeteci miyim?

Ertesi gün yine konuşuyoruz:

“Ben dönüyorum. Bu yaz yapamadık. Gelecek yaza söz mü?”

“Bakarsın, gelecek yaz burda olmam”

“Niye? Hani kazanıyordun? Burdan iyi yer mi bulacaksın para kazanmak için? Nereye gideceksin ki?”

“Bi memlekete gitmeyi düşünüyom”

“Sen nerelisin?”

“Diyarbakırlı”.

“Yahu, şimdi oralar karışık. Ne diye gideceksin?”

“Dün bi abi geldi. Almanya’da duruyomuş. Arkadaşlarıyla konuşmuş. Aralarında para toplayacaklarmış. Bana iki bacak yaptıracaklarmış. Yaptırırlarsa, mutlaka memlekete bi gider görünürüm önce”.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı