Baskın Oran

Bodrum’da adlar

1977 yada 78 olacak, komşu köyün adını çok sevdim: Farilya. İçimden durmadan tekrarlamak geliyordu: Farilya, Farilya…

Bikaç gün sonra resmî adını öğrendim: Gündoğan. Anlaşılan Farilya “fazla Rum” bulunmuş, değiştirilmişti.

Sonradan, milliyetçiliği incelemeye başlayınca kitaplardan öğrendim ki, bu ideoloji en fazla adlara takar, adlara saldırır. Bulgaristan’da da 1984 sonrası Jivkov öyle yapmadı mı? Yunanistan Batı Trakya’da öyle yapmadı mı? Biz bütün doğu ve güneydoğuda öyle yapmadık mı?

Şimdi Feyhan’dan sorup öğreniyorum, Akyarlar’ın eski adı da, şu güzelliğe bakınız, Kefalûka imiş. Torba’nın eski adı Dıngılbükü. Ortakent’inkini zaten biliyoruz: Müskebi. Turgutreis’inki ise Karatoprak.

Bu sonuncusu üzerine Feyhan anlatıyor:

Tam bir İstanbul hanımefendisi olan merhum kayınvalidesi Bodrum’a ilk geldiğinde yeni akrabalarını teker teker ziyaret ediyor, Feyhan’ın Giritli babasının teyzesine de gitmiş, hoşbeş arasında sormuş:

“Hanımefendiciğim, başka çocuğunuz var mı?”

“İki gızım da Karatoprak’ta durutduru (durup duruyor) Nebiyânımcım”

Nebiye Hanım akşam olup eve döndüğünde kaşlarını kaldırarak yorumda bulunuyor:

“Vallahi şaşırdım efendim… Kadıncağızın iki evlâdı kara toprağa girmiş, ne kadar da soğukkanlı maşallah!”

Bundan yıllar önce küçük abim Taşkın’dan dinlemiştim: Mülkiye’den sınıf arkadaşı Yalıkavaklı Ahmet (ben de tanırım), kızının adını Artemis koymuş.

Abim şaşırmış: “Yahu, demiş, bu isim Yunan tanrıçasının adı!”

“Yok yahu? Bizim orda Artemis çoktur. Biz Artemis’i Türk adı biliriz!” (Bu Artemis kızımız sonradan Mülkiye’de benim de öğrencim oldu; şimdi hariciyeci).

Bodrum şimdi de Artemis’ten geçilmiyor. Bizim Kumbahçe Parkının Halikarnas Disko tarafından “Maliye’den kira” bahanesiyle iç edilmek istenmesi olayında toplanan imzalardan altı tanesi Artemis! Otogara çıkan büyük caddelerden birinin adı da öyle. “Melis” adına bile itiraz eden bizim Türkiye Cumhuriyeti buna nasıl etmiyor, diye Feyhan’a sordum:

“Nüfus memurluğundakiler de Bodrumludur, en olmazında Artemiz yazdırıyorlardır. Ar ve temiz’e kim itiraz edecek” dedi.

Buradaki aile adları ve/veya lâkapları da hoş. 1923 Mübadelesinden önceki Bodrumlular, malûm, denizden bakınca Kale’nin sol koyunda (“Müslüman Mahallesi”) otururlar.

“Giritli (yada, “Gâvur”) Mahallesi” diye bilinen (ve tabii, tüm eğlencenin olduğu) sağ koyda oturan Adalı göçmenlerin adları da çok renkli: Kukaçiler (Amerika Yerlilerinin Türk kökenli olduğuna al bir kanıt  daha!), Palyopeçiler, Palukolar, Vaporalar, say sayabildiğine. Bugünkü Dinç Pansiyon’un sahibi Demir Dinç’in babası, aynı yerde dükkân sahibi imiş: Bakkal İspita.

Unutmayayım, bir de Dalavera Memet abimiz vardır, bizim evin hemen arkasında oturur, hepimizin ve özellikle de komşumuz Fatma Mansur Hocanın eli-ayağıdır, dalaveracılıkla hiçbir ilişkisi olmadığı gibi çok da dürüst adamdır, bu onun aile lâkabıdır. Kardeşleri de zaten “Dalavera Eşref”, “Dalavera Leylâ” diye bilinir.

Aynen bugün gibi, eski Bodrum’da da iyi su kapıdan kapıya satılırmış. Sucu Katane satarmış. Bu zat yaz-kış yalınayak gezdiğinden, çocuk mezarı kadar nasırlı ayaklara ve boynuz gibi tırnaklara sahipmiş. Feyhan’ın son derece titiz bir Pera hanımefendisi olan annesi bazen çok sinirlenirmiş:

“Terliksiz gezmeye devam edersen, ayakların Katane’nin ayaklarına benzeyecek!” Kızcağızın ödü kopar, hemen koşar giyermiş.

Eh biraz da kendimden söz edeyim:

Daha önce de yazmıştım, buranın tartışmasız en keyifli yeri Gümüşlük. Haftada bir-iki gitmeden edemeyiz. O muhteşem manzaranın kenarında sıralanan balıkçı lokantalarından hiçbiri müzik çalmaz. Tek müzik, ayak dibinizdeki suyun şıpırtısıdır.

Gümüşlük’deki lokantamız, denize varıp sola sapınca en sondaki Siesta’dır. Bodrum’un içinde kilosu 1,5 milyona satılan, lokantada 4 milyona yedirilen çipuranın daha enfesini burada bize 1.200’e servis yaparlar. Yıllardır geliriz. Siesta’dan söz eden Aydınlık kupürünü camlatmış, duvara asmışlardır. Tabii, Siesta’da herkes beni tanır, ben de herkesi.

Ama, “Orhan Abi” derler. Herhalde, “Baskın” diye isim olmaz, olsa olsa lâkabıdır, söylersek ayıp olur, varsayımından kalkıyorlar. Yer ayırtmak için telefon ederim (gidecekseniz, 394.36.27), sahibi Behram çıkar, “Ben Baskın Oran” derim, “Evet Orhan Bey, tanıdım sesini!” der. Garsonlar da aynı. Ben bu işe bir çözüm bulamadım, artık kabullendim. Ben Siesta’da Orhan’ım.

Yalnız, burada bırakırsam haksızlık olur. Çünkü geçen gün farkına vardım, bu yıl Yalıkavak Şamdan’dan transfer bir garsonumuz var, adı Adnan, “Adnan, kardeşim, artık atsınlar balıkları!”lar aşağı, “Adnan, Neyran’a bi bira daha yollar mısın”lar  yukarı. Geçen gidişimizde patron Behram seslenirken öğreniyoruz ki, adı Erol imiş! Meğer Adnan, bu yıl balık tezgâhının başında duran o güleryüzlü, sevimli garsonun adıymış. Bir de Faruk’umuz var, onun adını yanlış söylemiyoruz, çünkü daha yeni öğrendik, sonra farklı çıkarsa bilemem.

“Yahu, ben de sizin adlarınızı yanlış söylüyormuşum, niye uyarmıyorsunuz!” diyorum, “Boşver, n’olcak Orhan Abi!” diyorlar.

Dahasını söyleyeyim. Biraz önce size telefon numarasını vermek için Behram’ın kartını aradım, kartvizitte Bahrem yazıyordu!

Önceki Yazı
Sonraki Yazı