Baskın Oran

Türkiye = Sünni Müslüman Türk

Ablamın Urla’daki köy evine tek başıma kapanıp, günde on saat okuyup yazmaktan bunalmışım, haftalık yazı zamanı da gelmiş, o hışımla Ankara’ya Hasan’a (Yalçın) açtım telefonu:

“Ankara temsilcim değil misin, söyle bakalım bu hafta ne yazayım! Bu sakin yerde aklıma konu gelmiyor! Çabuk söyle!”

“Ben ne bileyim kardeşim, tatildesin işte,  attır ordan esprili, zevkli bi yazı; biz burada kördövüşü yazmaya mahkumuz!”

Telefonu kapadıktan sonra Cumhuriyet’in kitap ekini elime aldım. Şahsen tanıyıp çok sevdiğim  Toktamış Ateş İstanbul’un Son Sürgünleri adlı kitabın yazarlarına (Rıdvan Akar, Hülya Demir) fazlasıyla sert bir yazı yazmış. Nedeni: Kemalizmi eleştirmeleri.

Kemalizmi eleştirirken o döneme yalnızca bugünün bilinç ve koşullarının gözlüğüyle bakmanın çok sakat olduğunu ben de çok yazdım. Ama, eleştiri var, eleştiri var. Konu var, konu var. Türkiye’de “Kemalizm” adına yapılmış ve yapılan öyle şeyler var ki, savunmak çok zor ve ayrıca hatalı! Hem bilim açısından hatalı, hem de  yanlış bir pozisyonu savunmanın o pozisyonu daha da zayıflatacağı için hatalı.  Kitabın konu aldığı “sürgün” olayı da bunun çok tipik bir örneği!

Bilmem, anımsatmaya gerek var mı:

1963-64’te Kıbrıs’ta Makaryos’un yaptırdığı katliama karşılık Yunanistan’a nasıl caydırıcı ve cezalandırıcı bir politika izlenmesi gerektiğini görüşen İsmet İnönü kabinesinin ilk aklına gelen, Fener Patrikhanesi olur. Fakat bu kurum Türk yasalarına tabidir ve onlara aykırı düşen bir yanı da görülmemektedir. Üstelik, yurt dışına  atılması bütün Hıristiyanlık alemini ayağa kaldıracak, astarı yüzünden çok pahalı çıkacak, Yunanistan’ın işine bile yarayacaktır.

İkinci olarak, akla İstanbul Rum azınlığı gelir. Fakat onlar da Türk yurttaşıdır. Devlet, Yunanistan’a kızıp, kendi dürüst yurttaşını nasıl cezalandıracaktır?

Üçüncü olarak akla gelen, yapılır! 1923’deki Mübadele’den sonra , Türkiye’de tekerlek tamir edecek adam kalmadığı için Yunanistan’la yapılan 1930 tarihli İkamet, Ticaret ve Seyrüsefain anlaşması uyarınca İstanbul’da yerleşmiş Yunan pasaportlular birer bavulla sınırdışı edilir! Fakat giden yalnızca bu bîgünah 12.000 (gerçekten Rumlaşmış, yani Türkleşmiş) Yunanlı değildir. Onların kız alıp verdiği İstanbullu Rumlar da birer ikişer gider bu tarihten sonra.  İstanbul boşalır.

“Megalo (doğrusu: Megali) İdea”yı bu Rumlar mı götürüyordu, sevgili Toktamış Hocam? O olay Mübadele’ye bitmemiş miydi yoksa?

Bu iki genç yazarın söyledikleri yanlış mı? Cumhuriyet (29 Ekim) ilan edilmeden  Türkiye’yi kuran (24 Temmuz) Lozan Antlaşmasının 14. maddesinin yanısıra 37-44 arasındaki birçok maddesini (özellikle, 39’u) uygulamaktan kaçınmadık mı, şu anda hâlâ kaçınmıyor muyuz? (Ben bu konuyu  Aydınlık gazetesinde günlerce yazdım; şu anda baskıda olan  Devlet’e Karşı Devlet adlı kitabımda da çıkacak). Kıbrıs’daki korkunç olaylara  İstanbul Rum azınlığını “temizlemek”le mi  çare bulunacaktı?

Devam ediyorum: Bu genç yazarlar, Batı Trakya Müslüman-Türk azınlığına Yunanistan’ın hiç zulmetmediğini söylemiyorlar ki. Baskıların bu olaydan sonra artık önlenemez hale geldiğini söylüyorlar. Bu konuyu iyi bilen birisi olarak, çocukları desteklememem mümkün değil.  Bu “sürgün”le biz, iki ülke arasındaki azınlıklar dengesinin İstanbul ayağını kırdıktan sonradır ki, Batı Trakya Türkleri perişan edildiler ve Dışişleri’nin eli kolu  bağlandı; öyle mi, değil mi?

İki şey söyleyip bitiriyorum; iki  soru, aslında:

1)  Mübadele’den sonra bile sayıları yüz bini aşan bu Rumlar gitmemiş, gönderilmemiş olsaydı, bugün, başta İstanbullular, hepimizin o kadar yakındığı “İstanbul Lahmacun Cumhuriyeti”nin kurulması bu kadar kolayına olur muydu acaba? Toktamış Hocam, sen benden iyi bilirsin, kültür de boşluk kabul etmez.

2) Bugün, başta Kemalistler, aklı başında herkes “Müslüman olmayanın Türk (hatta, adam) sayılmadığı” ortamdan yakınıyor. Hatta, benim bugünkü yazının başlığıdır, bugün artık geçerli olan. Kürt kökenliler, gayrı Müslimler, Aleviler, Tanrı’ya inanmayanlar, daha niceleri, sen, ben, bu tanımın artık dışında sayılıyoruz; doğru mu, değil mi? İsmet İnönü kalibresindeki bir devlet adamının  yönetiminde yapılan bu “sürgün” tipinden hatalar, acaba bizleri (ve “Türk”ü çok başka biçimde tanımlamak isteyen Kemalizm’i)  bugünlere getirmekte hiç mi katkıda bulunmadı?

Toktamış Hocam, bu iki genç, M. Kemal’in her yaptığına körükörüne yüklenen takımından değil. Bu kördövüşü ortamında doğru şeyler yazıyorlar; sevapları, günahlarının çok ötesindedir. Sen ve ben gibiler kollayalım onları

Önceki Yazı
Sonraki Yazı