Baskın Oran

Hasan Pulur üstadımın televizyonu

Ankara Oran’dan komşum, genç ve başarılı televizyoncu Can Dündar, Devlet Konuk Evi’ndeki bir kokteylden 11 Nisan gecesi saat 20’de telefonla arayarak acele stüdyoya götürdüğü, Mülkiye’den bir hocasını (geçici olarak bile olsa) meşhur etmiş bulunuyor.

Yani, bendenizi.  Bir başka ahbabımla, Abdurrahman Dilipak’la ve önceden tanıştığım sayın hükümet sözcüsü Dr. Yıldırım Aktuna’yla birlikte o gece saat  22.30’daki  Çapraz Ateş’e   davet ederek.

Meşhurluğumun tadını çıkarmakta olduğum şu günlerde nelerle karşılaştığımı sizinle de paylaşacağım ki, işin zevki artsın. Ama sabredin. Önce, basının usta kalemlerinden, kıdemli gazeteci Hasan Pulur üstadımızın benden bahsetmek lütfunda bulunmuş olduklarını, benim de bundan koltuklarımın kabardığını, büyük onur duyduğumu, böylesine usta ve ünlü bir gazetecinin benim gibi   dışarıdan gazel okuyan bir amatörden söz etmelerinin çok gurur verici olduğunu belirteyim.

Hasan Pulur üstadımız şöyle yazıyor:

“Baskın Oran, ‘Sırtımdaki bu şerefsiz kamburla yaşamaktansa, şerefimle ölmeyi tercih ederim!’ diyen Taksim Meydanı’ndaki Bosna mücahidine(!) hayretle  soruyordu: ‘Peki ne yapalım, onu söyleyin!’ ”

Pulur üstad gibi usta bir gazetecinin, beni ne kadar takdir ederse etsin, televizyonu tam burada açtığı anlaşılıyor. Çünkü, daha öncesinde, çok daha önemli konuşmalar geçti. Neyse, onları da ben nakledivereyim ki, üstad o kadar zahmet edip bahsetmiş, bizim de ona bi katkımız olsun:

Abdurrahman Dilipak heyecanlı heyecanlı  konuşuyor:

“Orada insanlar ölüyor! İki yüz bin Müslüman ölüyor. Biz burada oturacak mıyız? Bu şerefsizliğe daha ne kadar dayanacağız?”

Dilipak heyecanlı bir zattır. Bir önceki günkü Taksim mitinginde de konuşmasından gördük, Bosna için yanıp tutuşuyor. Kendisini iyi anlıyorum ama, şunu söylemekten de geri durmam mümkün değil:

“Abdurrahman Bey,  BM kararları yüzünden Türkiye’nin Bosna’ya en ufak müdahalesi hukuken mümkün değil. Fiilen ise, 70 milyar dolar dış borçluyken, Amerikan uçağına atlayıp, Yunanistan’ın üzerinden geçip, Amerikan bombasıyla Sırpları mı bombalayacaksınız? Lütfen ayağınız yere…

Dilipak dostum, daha benim lafın yarısında ateşe başlıyor:

“Ben insanlık vicdanından bahsediyorum. Ben bu vicdanın sesi olarak konuşuyorum!”

Bunun üzerine (Hasan Pulur üstad bunları da duymadığına göre,   televizyonu hâlâ kapalıdır veya içeri seslenmekle meşguldür: “Hanım, bu kahvenin köpüğü neden kaçmış?!”), bendeniz dayanamıyorum:

“Peki o zaman! Meseleye bir de idealist açıdan bakalım! Siz burada, ‘Alllah vere de Bosna’ya kimyasal bomba atılmış olsun’ diye dua ettiğinizin farkında mısınız? Çünkü, bu durumda dünkü şeriatçi mitinginiz haklı (!) çıkacak! Hiçbir müdahale olanağının bulunmadığı bir ortamda, Bosna’daki insanları oltadaki yem olarak kullanıyorsunuz. Refah’a oy avlamak için! Bu mu insanlık vicdanı?

Araya laf karışıyor, herkes birbirinin ağzından laf kapmaya çalışıyor. Tam bir horoz güreşi. Hiç hazzetmiyorum. Başkalarının olabilir ama, katiyyen benim üslubum  değil. Sağırlar diyalogunu kesmek için soruyorum:

“Türkiye’yi hiç bişey yapmamakla itham edip durmanın hiçbir anlamı yok.  Tam tersine, Türkiye, bu işe fazla karışmak yüzünden kendine karşı bir Ortodoks İttifakı başlattı.  Ama onu bırakın da, şunu söyleyin bana: Siz olsaydınız somut olarak daha ne yapardınız?”

Hah, Hasan Pulur üstadım TV’sini tam burada açmış olacak! Tabii, beklediğim yanıt, “Gider bombalardım” cevabı ama, dostum Dilipak’ın ustalığını bildiğimden, bunu ummamak lazım. Ama, hiç ummadığım bişeyi diyor: “Birşeyler yapmalıyız, mekik diplomasisini denemeliyiz !”

Mekik diplomasisi ha! Gevşeyiveriyorum: “Yahu, dışişleri bakanı bizzat kendisi  mekik oldu! Ne mekik diplomasisi?”

Hasan Pulur üstad, o sırada, ağrıyan diz kapağına tırmanmakta olan torunu, yeniden ve bu sefer köpüklü yapılan kahvesini dökmesin diye uğraşmakla meşguldür. Bu yüzden, öncesini duyamadığı gibi, sonrasını da duyamamıştır. Yoksa, duymuş olsa, niye yazmasın?

Sahi, niye yazmasın? Bunu da yarın konuşalım.

Yarın: 12 Eylül’de sen ne yaptın, cici amca?.

 

Önceki Yazı
Sonraki Yazı