Baskın Oran

Güçlüyken vermek…

Zamanlama herşeydir.

Tamamen aynı lafı, tamamen aynı kişiye, ama iki apayrı zamanda söylersiniz; birincisinde dua alırsınız, ikincisinde beddua. Bu iş böyledir.

Türkiye, tarihinin en büyük zamanlama sınavlarından birinin, hatta birincisinin karşısına gelip demir atmış bulunuyor.

***

Türkiye şimdiye kadar Kürt sorununda yalnızca askerî yöntemi kullandı.

1925’te, lâmı cimi yok, başka bişey yapamazdı. Çünkü daha Cumhuriyet kurulmadan kurulmuş bir örgütün, Azadi’nin silahlı ayaklanması karşısındaydı ve kendini koruma refleksi yalnızca doğaldı.

1960’tan sonra Kürt sorunu yine gündeme geldiğinde, “Bu bölücüler de nerden çıktı şimdi?” diye baktık birbirimize. Devletin bu sorunu 1938’den beri derin dondurucuya atmış olduğundan haberimiz yoktu. Sonunda Kürtler 1980’den sonra yine silaha başvurunca aklımız başımıza geldi.

Fakat, ayaklanma hangi süreç sonucu çıkmış olursa olsun, yine burada askerî yöntem doğal sayılabilirdi. Nihayet, hiçbir rejim, silahlı ayaklanmaya silahla yanıt vermekten başka bişey yapamazdı.

Silahlı ayaklanmayı silahla bastırma sırasında da reform yapmak zordu.

Ulusal devlet, doğaldır ki, gücünü kanıtlamak isteyecekti.

Gücünü kanıtlamadan reforma girişirse, bu onun zayıflığı olarak yorumlanabilirdi.

Çünkü,  zamanlama yanlış olurdu.

***

Ama, artık bitmiş bulunuyor.

Eğer resmî makamlar doğru söylüyorlarsa, ki söyledikleri anlaşılıyor, Kürt milliyetçiliğinin bir silahlı ayaklanması daha kesin bir başarısızlıkla bitti.

Ama aynı anda, bilmem farkında mıyız, bişey daha aynı kesinlikle bitmiş bulunuyor:

Türkiye Cumhuriyetinin Kürt sorunu konusunda reform yapmaktan kaçınma mazereti.

O da bitti.

Eğer PKK’yi bitirdikten sonra da reform yapmaktan kaçınırsa, Türkiye Cumhuriyeti haklılığını yitirecek.

Silahlı ayaklanma varken reform yapma.

Silahlı ayaklanma yokken de reform yapma.

Yerim dar, yenim dar. Sonra?

Arkasından bir silahlı ayaklanma daha çıkacak, silahlı ayaklanma sırasında reform yapmak devletin zayıflığı olarak yorumlanabilecek.

Kısır döngünün sonu olmayacak.

Sonunda, şimdilik 80 milyar dolar dış borçlu, azınlık haklarına gitgide daha fazla önem veren bir Batı’ya boğazına kadar bağımlı, ayağı sonsuz tökezleme taşlarına takılı, dört bir taraftan sıkıştırılmış Türkiye, küreselleşme zorladığı için reform yapmak zorunda kalacak.

Reform yapmak zorunda kalan bir Türkiye böyle bir durumda yalnızca vermekle kalacak.

Verdiğinin hiçbir, ama hiçbir anlamı olmayacak. O zaman Kürtler aldıklarıyla kesinlikle yetinmeyecekler.

Hora geçmeyecek.

Çünkü zamanlama kaçırılmış olacak.

***

Bu zamanlama, işte böyle bir meret. Güçlü olduğun zaman verirsen bir işe yarar, yoksa verdiğinle kalırsın.

Silahlı ayaklanma bitti diye yine sağır kulağının üzerine yatamazsın. Çünkü Kürt milliyetçiliği bitmedi. Yalnızca, son silahlı ayaklanması bitti.

***

Ne yapmalı?

Aynı anda iki şey. Aynı anda yapmazsan, yalnızca biri Kürt milliyetçiliğini güçlendirmekle kalır:

Bir: Kürt kökenlilerin yoğun olduğu bölgelere, iktisadi maliyeti kaça çıkarsa çıksın, kütlesel yatırım olanaklarını şimdiye kadar görülmemiş biçimde desteklemek. Kürt kökenliler fukaralığı ne kadar yenebilirlerse, bu devlete o kadar gönüllü bağlanırlar.

Burada en dikkat edilecek husus, yatırımı bölgedeki Kürt kökenlilerin yapması. Yoksa, işverenle Türk, işçiyle Kürt özdeşleşir. Bilmem, anlayabildiniz mi.

İki: Kürt kökenlilerin “Kürd’üm” diyebilecekleri bir ortamı doğallaştırmak

Bu insanlar dillerini ne kadar rahatlıkla konuşabilirlerse, dillerinde yayın yapabilirlerse, bu devlete o kadar gönüllü bağlanırlar. Bunları devlet zaten Lozan Antlaşmasının 39/4 maddesine göre vermek zorunda.

Kürtçe’nin Kürtlük bilinci yaratacağından mı korkuyorsunuz?

Bugünkünden fazla mı yaratacak?

Gittikçe güçlenen küreselleşmede, Türk kökenli ana-babalar çocuklarını İngilizce okulda okutmak için birbirlerini çiğnerken, Kürt kökenli ana-babalar çocuklarını Kürtçe okutmak için mi birbirlerini çiğneyecekler?

Hadi canım, sen de…

Önceki Yazı
Sonraki Yazı