Baskın Oran

Evet, bir kere daha Yaşar Kemal üzerine !

Hayır efendim. Geçen hafta yazdıklarım yetmedi. Bir daha yazacağım.

12 Eylül döneminde Der Spiegel’de devleti eleştiren yazı yazmaktan 2 ay 27 gün hapse çarptırılmış olan Ecevit, hiç çekinmeden, Der Spiegel’de devleti eleştiren yazı yazdığı için Yaşar Kemal’i ihbar ettiğinden değil. Artık Ecevit’in söylediklerinden ve yaptıklarından rahatsız olmuyorum bile.

Bir daha yazacağım, çünkü aralarında Melih Aşık, Ahmet Taner Kışlalı, Emin Çölaşan gibi  yakından tanıyıp sevdiklerim bulunan kimi yazarlar da,  Yaşar Kemal’in Der Spiegel’de devleti eleştirmesini yerme kervanına katıldılar. Onun için, bu hafta da yazacağım, bir kere daha söyleyeceğim, bu dostların yaptıkları büyük yanlışı bir kere daha deşeceğim.

Önce, Yaşar Kemal’in yaşamının Kürt Sorunuyla kesişmesinden iki kesit aktarmak istiyorum. Birincisi, bir olay:

Tarih: 22 Mayıs 1993. Yer: Şinasi Sahnesi, Ankara. Olay: Yaşar Kemal Günleri.

Kültür Bakanı Fikri Sağlar, Yaşar Kemal’e ödül veriyor. O sırada, Özgür Gündem’in muhabiri bir genç kalkıyor:

“Savaşın sürdüğü, Kürtlerin öldürüldüğü bir ülkede sen nasıl kalkıp devletten ödül alırsın?” diye sorguluyor.

Yaşar Kemal çok kızıyor ve bağırarak şunları söylüyor:

“Biz devletten kopmaya değil, düşüncelerimizle onu etkilemeye, bir yerlere getirmeye çalışıyoruz. Bir insan bir sanatçıyı adam yerine koymaya, onu devlete kabul ettirmeye, duruma birtakım iyileştirmeler getirmeye çalışıyorsa, ben elbette onun verdiği ödülü alırım!”

İkinci kesit, bir kitaptan. Alain Bosquet’nin Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor adlı kitabı (İstanbul, Toros Yayınevi, 1993). Cumhuriyet’te de dizi yapılmıştı.

Kitapta Alain Bosquet, evlerine mutlaka bir Şark Köşesi yapmaya meraklı Avrupalıların heveskârlığıyla durmadan sıkıştırıyor:

“Siz gerçek bir Kürt ülkesinden geliyorsunuz. Çevrenizde neler vardı, anlatın biraz! 20’li yılların başında yada en azından 1930’dan önce Kürt ülkesinin bu köşesi ne haldeydi? Kişisel serüvenlerini mi yaşıyorlardı, yoksa ortak bir yazgı içinde mi eriyorlardı? Dil açısından yaşamınızı kağıda ve hayal dünyanızı sözcüklere dökmeye karar verdikten sonra kökenlerinizi düşündünüz mü? Ülkenize ve onun resmi diline, içinde bulunduğunuz ortamın özünü aktarmak mı söz konusuydu, yoksa tersine bir süreçle, tüm Türkiye’nin dilini kullanarak halkınıza sadık kalmak mıydı düşündüğünüz? Türkiye’yi bir Kürt duyarlılığıyla zenginleştirmek mi, yoksa Kürt ülkesinin kendi özelliğini, özgürlüğünü Türkçe’ye çevirerek söylemek miydi sorun?”

Derdi, Yaşar Kemal’e şunu dedirtmek: Ben Kürdistan’da doğdum, Kürdüm, ama Türklerin asimilasyonu beni Türkçe yazmaya zorladı.

Belki de şunu: Eğer kökenime yabancı olan bir dil kullanmak yerine Kürtçe yazabilseydim, belki de halkımın yazgısını, destanlarını, aşklarını, kinlerini… çok daha şairane biçimde dile getirebilirdim.

Ama dedirtemiyor. Yaşar Kemal:

“Hiçbir zaman bir Kürt destanını halka anlatacak kadar Kürtçem olmadı” diyor ve başka şeyler anlatıyor.

1950’lerde Yaşar Kemal ve fikirlerinden hoşlanmayanlar, ondan “5K” diye bahsederlerdi. Yani Kürt, Köylü, Kemal, Komünist, Kör.

Bugün, Yaşar Kemal artık gerçek bir fiili dokunulmazlık sahibi olduğu için, ancak satır arasında “Bölücü” demeye getirebiliyorlar.

Ama, bunca tahrike rağmen Türkiye’yi bir bütün halinde korumaya bunca zamandır bunca özeni göstermiş bir insanın, neden sonunda gümbürrr diye patladığını hiç düşünmüyorlar. Devletin akıl sır ermez tutumu artık insanların ta burasına kadar gelince onların da birer birer nasıl patlayacağını  ise hiç akıllarına getirmiyorlar.

Bu yazıları yazarak farkına varmadan (yoksa, farkında olanlar var mıdır)  arkaladıkları Nusret Demiral üstadımız, öyle dokunulmazlık falan dinlemeyip DGM’de davayı açtığı (ve böylece Türkiye’yi emekli olurayak  son bir defa rezilliğe mahkum ettiği) gün, bu dostlar belki ne yaptıklarını anlayacaklar.

O zaman da, suret-i haktan olmanın icabı, demokrasi feryadını basacaklardır. Bekleyelim, göreceğiz.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı