Baskın Oran

Dışişleri’ni eleştirmek ve Bern olayı

Şu anda devletimiz, İsviçre’ye savaş ilan etmiş durumdadır. Hayırlı olsun. İsviçre, bu ülkedeki büyükelçimizin geri çekilmesi gibi, diplomaside çok ağır sayılan bir istemde bulunmuş, Türkiye de buna karşılık İsviçre büyükelçisinin geri çağrılmasını istemiştir.

Dışişleri’nin Balkan, Kafkas ve Orta Asya politikalarının iflas ettiğine ilişkin, sağcı ve solcu basında şimdiye dek sürüyle yazı yayınlandı. Dışişleri’ni, daha doğrusu Türk Dış Politikasını eleştirmeyi başka yazı ve yazılarıma şimdilik bırakıyorum. Burada söyleyeceğim, Dışişleri’ni eleştirirken, kimi önemli noktaları  unutmamak gerektiğidir:

  1. a) Birkaç yıldır, Türkiye’nin (ve ayrıca, tüm dünyanın) hiç alışık olmadığı, bambaşka, alt-üst olmuş ve fazla değişken bir uluslararası  ortam var. Bu  dinamik ortamın empoze ettiği bitakım hataların faturasını, Osmanlı’dan bu yana kendisine statükoyu koruma görevi verilmiş bir Dışişleri’ne tek başına çıkarmamak gerekir.
  2. b) Turgut Özal başta, devleti yönetenler bir yandan, sorumsuz basın diğer yandan “Adriyatikten Çin Denizine Türk Dünyası” ve “Yeni Osmanlıcılık” herzelerini deve hamuru gibi çiğneye çiğneye yedi düveli tekerimize çomak sokmaya zorlamışlardır. Dışişleri’nin sorunu, asıl, içeriyledir.
  3. c) Özal zamanında Dışişleri’nin bütün mesaisi, hazretin akıllara gerçekten durgunluk veren bir tutarsızlık ve sorumsuzlukla sarfettiği sözleri hamhumşaralop yapıp tamir etmeye harcanmıştır.
  4. d) Her ülkede, “Bileşik Kaplar İlkesi” geçerlidir. Herşeyi A’dan Z’ye iflas etmiş bir ülkenin Dışişleri anca bu kadar olur ki, özelliği ve geleneği sayesinde gene de diğer bakanlıklar arasında hâlâ ayakta duran tek bakanlıktır.
  5. e) Türkiye’nin, iç politikada insan haklarını tanımamak (ve özellikle de Kürt sorunu) yüzünden  uluslararası alanda çok kötü muamele görmesi, herhalde Dışişleri’nin kusuru değildir. Böyle bir duruma düşürülmüş bir ülkeyi  dışarıda  temsil etmek ve bu işi bu kadar az personelle yapmak, kolay iş değildir.

Ayrıca, Dışişleri’ne hem “Monşerler” deyip hem de Strasbourg’a gidince hanımlarına çarşı-pazar  refakatçiliği dilenen kasaba politikacıları  ile, dış politikada kara cahil olmak biyana,  terbiye  ve görgü fukarası da olan “medya yorumcuları” önce aynayla barışıp, Dışişleri’ni sonra eleştirmeye girişmelidirler . Ama, Dışişleri bu sefer öyle bir hata yaptı ki, o da, doğrusu, akıllara seza!  Bern’deki büyükelçi Toperi’yi hiç tutulmayacak durumda orda tutmakta ısrar etti ve sonunda  Toperi sınırdışı edilmekten beter halde Türkiye’ye döndü. Oysa, bu işi tereyağdan kıl çeker gibi halletmek için büyük fırsatlar  ve bence yeterli zaman vardı.

Anımsayacaksınız. TC Büyükelçiliği önünde 24 Haziran’da yapılan Kürt gösterisi sırasında içeriden açılan ateş üzerine bir gösterici ölmüştü. Suçlunun verilmesi için İsviçre polisi binayı ablukaya almış, fakat sonradan İsviçre, Türkiye’nin iki kişiyi hemen geri çekmesiyle yetinmiş ve ablukayı kaldırmıştı. Bu noktaya kadarki durum şöyle özetlenebilir:

1) Belki ölen kişinin İsviçreli değil de Kürt asıllı Türk olmasından, belki de  İsviçre’nin önemli bir “ekonomik partnerini” yitirmek istemeyişinden, her nedense, böyle durumlarda sert oluşuyla tanınan İsviçre, Ankara’ya büyük kolaylık göstermiştir.

2) İki adamını hemen çekerek, Dışişleri de buraya kadar dirayetli davranmıştır. Ben  o zaman (27.7.1993) bu köşede, sorumluluk sonucu fena halde yıpranan büyükelçinin de  “başka bir yere atanmak üzere” bir an önce re’sen geri çekilmesinin ve olayın böylece tamamen kapatılmasının önemine değinmiştim. Ama olaydan bu yana aradan tam iki ay geçti. Türkiye sağır kulağının üstüne yattı. İsviçre de sonunda patladı. Olayın özeti budur.

27 Temmuz’daki yazımda olayın uluslararası hukuk ve yapılageliş kuralları açısından analizini yapmıştım. Yarın da toparlamak istiyorum.

 

Yarın: Dışişleri’nin bile bile lâdes’i

Önceki Yazı
Sonraki Yazı