Baskın Oran

Çocukluğumdan 2 tarih

Sizin bu yazıyı okuyacağınız 9 Eylül günü, çocukluğumun İzmirinin büyük keyif günüydü. Sabah erkenden Birinci Kordon’a çıkar, beklerdik. Bundan 83 yıl önce şehri düşmanlardan kurtaran atlılarımız, kılıçlarını çekmiş vaziyette, atlarının nalları o günkü kaba parke taşlarda kıvılcımlar çıkartarak Altay Lokalinden İskele’ye doğru dıgıdık dıgıdık geçecek diye heyecanlanırdık. Geçerken de ellerimiz patlayana kadar alkışlardık, tezahürat yapardık.

Benim bu yazıyı kaleme aldığım 6 Eylül günü ise, bundan 50 yıl önce, büyük korku ve ıstırap çekmeme sebep olan gündür.

***

Günlerden beri Nesrin ablamla Taşkın abimi ikna etmeye çalışıyorum, o gece beni açıkhava sinemasına götürecekler. Ben Alan Ladd’in Gündoğdu Sinemasında oynayan “Çelik Hançer”ini istiyorum, çünkü gökten düşen bir taştan yapılmış bir hançerden bahsediyoruz ve mahalledeki bütün arkadaşlar görmüş, ama büyüklerim onun hemen karşısındaki Ünüvar Sinemasında oynayan “Kahraman Şerif”i uygun görüyorlar, Gary Cooper var diye. Mecburen oraya gidiyoruz.

Sonuna doğru dışarıdan patırtılar başladı. Kimileri filmi bırakıp çıkıyor. Biz zor bitirdik çıktık, bir baktık ki yüz metre ötedeki Yunan başkonsolosluğu alevler içinde. Meğer olaylar akşamüstü Fuar’daki Yunan pavyonunun önündeki bayrağın bir çocuk tarafından indirilmesiyle başlamış da bizim haberimiz yokmuş. Sonradan, bizim Gazi İlk Okulundan bir sınıf arkadaşımız, Tayfun olduğu söylendiydi.

Eve kapağı zor attık, bir de baktık ki bizim İkinci Kordon 270 numaradaki evimiz hıncahınç; mahallemiz Alsancak’da ne kadar gayrimüslim komşumuz varsa tıkışmış. Herkes ayakta. Yanımızdaki 268 numarada hiç evlenmemiş iki yaşlı Rum hanım otururdu, saçları blö’lü, birara köpeklerini belediye zehirlemişti de daha büyük olanı gelip bizim evden kardeşinin işyerine hıçkıra hıçkıra telefon etmişti, bir yandan köpekçiğe sarımsaklı yoğurt tıkıştırmaya çalışarak, onların zangır zangır titreyişini özellikle hatırlıyorum…

Babam kapıyı kapattırmış, kol demirini vurdurmuştu. Biraz sonra güruh kapıya dayandı. Demir sokak kapısı gidip gidip geliyor; kıracaklar. Babam yaşlı, sinirli, sert, saygı gören bir adamdı. Çubuklu pijamaları üstünde, açtırdı kapıyı, çıktı mermer basamaklara,

“Defolun! Türk evi burası!”

diye ağzından tükürükler saçarcasına haykırdı. Öndeki it, tepesindeki saçlar seyrek,

“Peki, amca!”

dedi, defoldular. Bugün sanki bana öyle geliyor ki pijamanın arka cebinde milletvekiliyken verilmiş Kırıkkale vardı ama, hayal etmiş de olabilirim.

Ortalık biraz yatışınca, bize sığınmış olanların evlerinin tahrip ve talan edildiğini içimiz ezilerek gördük. Evimizin önünden bir sürü herif-i nâşerif elleri-kolları dolu, geçe geçe bitemedi. Kordon’dan denize otomobil ve kuyruklu piyano atıldığını bu gözlerimle gördüm.

O yaşta pogrom mogrom bilmiyordum ama şimdi biliyorum: Bu tam bir pogrom’du. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde tarih içinde Yahudi mahallelerine yapılan saldırıların tipik bir örneğiydi yani.

O gece yatağıma işemişim.

***

Elimde yazılı bir 6-7 Eylül tanıklığı var. Önce anlatının orta kısmını veriyorum, bakalım anlatanı tanıyabilecek misiniz:

… Ama 6-7 Eylül’de Beyoğlu olaylarının bir benzeri de Ada’da oldu. Bir çapulcu sürüsü evimi bastı. Camları kırıyor, çocukların yattığı odaya taş atıp duruyorlardı. O kadar sinirlenmişim ki, şayet eve adım atsalar, elimdeki kuvvetli silahla birkaçını öldürebilirdim. Ama bir süre sonra gittiler. Günlerce ağladım…”

Tanıyamadınız. Şimdi de tanıklığın vermediğim baş tarafını vereyim:

1955 yılının Eylül olayları sırasında başıma gelmişti böyle bir olay. Düşünün, Fenerbahçe’de yıldız olmuşum, milli takımdayım ve dünyanın dört bir yanına gidip çok sevdiğim memleketim için oynayıp duruyorum. Havalimanında bir maç dönüşü on binlerce kişi omuzlara alıyor”.

Şimdi de sonunu veriyorum, sadece tanığın adını saklayarak; artık tanırsınız:

Beni mutlu eden yine Fenerbahçeli taraftarlar oldu. Kartal’dan bir motor dolusu Fenerbahçeli geldi, ‘Emret XXX abi, kim yaptı öldürelim onları’ diye. Yine bazı devlet adamları duymuş ve çok üzülmüştü. Benden isim istediler. Ama ben, evi basanların hepsini tanımama rağmen tek bir isim bile veremedim. Unuttum gitti. Birkaç çapulcunun yaptığını memlekete mal edemem ki; ben bu memleketin çocuğuyum. Beni üzen bir olay daha yaşamıştım. Ben 17 yaşındayken Varlık Vergisi çıkmıştı. Çok insafsız bir karardı. Özellikle azınlıklar için dayanılmaz bir şeydi. 1940’lı yıllarda bu yüzden birçok ailenin ocağı söndü. Arkadaşlarımın babaları vergiyi ödeyemeyince evlerinde ne var ne yok satıp duruyorlardı. Kimi de Aşkale’ye gitmek zorunda kalıyordu. Sıkıldım ve gönüllü olarak askere yazıldım. Bu sayede unuttum her şeyi”.

Tanıdınız mı Lefter’i? Lefter ya! Bu rezillikten 5 ay sonra, 19 Şubat 1956’da yenilmez dünya şampiyonu Macaristan’ı 3-1 yendiğimiz o mucizevi maçta biri dömi-voleyle diğeri penaltıdan 2 gol atarak Milli Takımı galip getiren “Ordinaryüs” Lefter ya! Lefter Küçükandoniadis!

Evet, biz Lefter’in evine bile saldırmışızdır evelallah. Ve 50. yılda gidip bi toplu özür dilemeyi henüz akıl da edememişizdir…

***

Bana burada koyan asıl şey, bu memleketin yetiştirdiği en efendi ve en büyük futbolcu olan Lefter’in evine hunharca saldırışımız değil. Lefter ne diyor duydunuz mu: “Birkaç çapulcunun yaptığını memlekete mal edemem ki” diyor.

İyi ki Lefter, canım abim Lefter, o olayların birkaç çapulcunun işi olmadığını, bizzat bir devlet kurumu tarafından tertiplendiğini bilmiyordu. Çünkü o zaman çok daha büyük ıstırap duyardı. Tempo dergisinin 9-11 Haziran 1991 tarihli 24. sayısında Fatih Güllapoğlu imzasıyla çıkan Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu mülakatında şu satırları okuyoruz:

– Bak, ben sana bir örnek daha vereyim. 1974 Kıbrıs Harekâtı. Eğer Özel Harekât Dairesi (ÖHD) olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? Harekât başlamadan önce ÖHD devredeydi. Adaya bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında ÖHD elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al.

– Pardon Paşam, anlamadım. 6-7 Eylül olayları mı?

– Tabii. 6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?

– E, evet Paşam!

Bütün bunları yazmayacaktım çünkü 50. yıl vesilesiyle her gazetede epey bişeyler çıktı, ama bugün Milliyet’in manşetinde İstanbullu Rum gazeteci Mihail Vasiliadis’in anlattığı “Kapıcımız Ahmet önce bizim evi yağmacılardan kurtardı, ondan sonra bayrağını ve kazmasını alıp başka mahallelerdeki gayrimüslim evlerini yağmalamaya gitti” öyküsü yazdırdı bana. Vasiliadis’in geçenlerde Gümülcine’de iki kadeh arasında anlatıverdiği üç öyküyü daha nakledeyim de öyle bitireyim, içimde kalmasın, siz de bu memlekette neler yaşanmış olduğunu duyup şu anda daha neler yaşanıyor olabileceğini düşünün.

***

Yıl 1959-60, Vasiliadis yedeksubaylığını yapıyor. O sırada Türkiye’ye 106’lık havan topları yeni gelmiş, kullanmak için biraz geometri falan lazım, 2000 küsur yedeksubay arasından sınavla 26 kişiyi seçiyorlar, onlara özel kura geliyor, Vasiliadis İstanbul Rami’deki 53. Piyade Alayını çekiyor, müthiş mutlu. Bir de Hacı Çavuş’u var, Hacı tapıyor Mihail Teğmenine. Bişey emretse de yapsam diye bekliyor. Vasiliadis bir de hafif çatladığı için artık takmadığı güneş gözlüğünü, içi gittiğini açıkça belli eden Hacı’ya hediye etmiş, Hacı çocuklar gibi sevinmiş, Mihail Teğmenine bir başka bağlanmış.

Bigün Hacı geliyor, çok rahatsız. Biraz ısrardan sonra açılıyor:

– Teğmenim, bu allahsızlar sana ne diyerler bilir misin? Senin için Rum diyerler…

Vasiliadis Hacı’nın içini rahatlatıyor:

– Yok be Hacı! Benim anam-babam Rum da, ondan diyorlardır!

  • Ha, öyle desene! Göstererem ben onlara şimdi!

***

Aynı alayda Vasiliadis’in bölüğüne yeni erler geliyor, herkes önceden gidip seçiyor, Vasiliadis’e de kimsenin istemedikleri kalıyor. İçlerinde 70 yaşında bir adamcağız da var. Tek kelime Türkçe konuşamıyor. Vasiliades ne yapsın, bir kasa yaptırıp bunu bölüğün ayakkabı boyacısı yapıyor. Talime falan da götürmüyor; nasıl götürsün, ne anlayacak Türkçe var, ne de koşacak hal. Kimse de ilgilenmiyor zaten.

Zamanla adamcağızın terhisi geliyor, o zamana kadar da konuşup anlaşacak kadar Türkçe öğrenmiş, ayrılmadan önce Vasiliadis’e gelip, minneti gözlerinden taşar biçimde teşekkür ediyor. Bu vesileyle de niye 70 yaşında askere geldiği öğreniliyor: Meğer bunların köyünde nüfus kağıdı çıkarma âdeti yokmuş, ne kimse sorarmış ne de lazım olurmuş, ama ailede herkes öle öle malların bunun üzerine kalması gerekmiş, o yüzden buna 50 yaşında bir kafakağıdı çıkartmışlar. Kağıda göre 20 yaşına gelince de askere alınmış…

***

Vasiliadis’in üçüncü öyküsü biraz hüzünlü.

Küçük Mihail 3,5 yaşındayken Varlık Vergisi çıkıyor. Eve iki görevli hacze geliyor; biri haciz memuru öbürü hamal. Fakat eşyaları o anda götürmeleri mümkün olmadığından, kapalı bir balkon var, oraya yığıyorlar. Bunların içinde Mihail’in yeni alınan tahta atı da var, sallanan cinsten. Mihail’in içi gidiyor. Hamal balkonun kapısını  mühürlemek için,  muhtemelen Yenice paketinin kapağından bir kartonda birleşmek üzere üstüne kırmızı balmumu dökülecek ipleri hazırlamakta. Mihail onun yanında sessizce duruyor, cama alnını ve burnunu yapıştırmış atına bakıyor.

Hamal durumu anlıyor, bağladığı ipi çözüyor, kapıyı açıyor, Mihail anlayıp hemen atını kapıyor, kucağına sıkı sıkıya bastırıyor. Hamal gülümsüyor. Mihail’in başını okşuyor. Ama o anda çocuğun arkasına gözü takılıp gülümsemesi dudaklarında donuyor. Memur geliyor, atı Mihail’in elinden kapıyor, kapıyı açtırıyor, diğerlerinin arasına fırlatıyor, mühür vuruluyor.

Vasiliadis bundan sonrasını şöyle anlattı:

– Ağlamamam gerektiğini anladım. Ağlamadım. Gık demedim. Ama memura öyle bir bakmış olmalıyım ki, gözlerini indirdi, çekip gitti.

9 Eylül İzmir’in kurtuluş günü kutlu olsun efendim.

 

Önceki Yazı
Sonraki Yazı